Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
8 Tarih ders alınmazsa tekerrür eder Kadınlara seçme seçilme hakkı, Cumhuriyet baloları, soyadı kanunu... “Yaban Gülleri” romanıyla yeni kurulmuş bir ülkenin değişim sürecine ayna tutuyor Osman Necmi Gürmen. Tarihi gerçekleri öyküsel kurgular arasında sunuyor okuruna. Aslında Gürmen’in tanıklık ettiği bir tarih bu. Zira filmleri aratmayan bir hayatı var. Haberi okuyunca bana hak vereceksiniz. Söyleşi: ESRA AÇIKGÖZ / Fotoğraflar: VEDAT ARIK aban Gülleri, Osman Necmi Gürmen’in yeni kitabının adı. Roman olarak kalem aldığı bu kitabında Türkiye’nin 193039 yılları arasındaki değişimini anlatıyor; kadınlara seçme seçilme hakkı, Cumhuriyet baloları, soyadı kanunu... Sadece Türkiye’yi değil, faşizmin dünyadaki yayılışını, Hitler’in icraatlarını da. Geçmişi unutmayalım istiyor Gürmen, unutmayalım ki aynı hatalara düşmeyelim. 1927 doğumlu olduğundan bu hatalara yaşayarak tanıklık etmiş. Filmleri aratmayacak bir hayat onunki. Bucak aşireti reisi Osman Paşa’nın torunu… İstanbul’da dadılarla, Fransız mürebbiyelerle geçen bir çocukluk. Saint Joseph’de eğitim. Paris’te yüksek öğrenim. Paris’ten Siverek’e dönüş ve bir kan davası. İstanbul’a sürgün... Hem Fransızca, hem Türkçe yazdığı kitaplarında bu yaşanmışlıklardan besleniyor. Sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da ilgiyle izleniyor. Öyle ki, Le Nouvel Observateur dergisinin 30’uncu yaşı için yazı istediği 200 yazar arasında Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk’un yanında o da yer alıyor. Biz de Gürmen’le Gölge Kitap’tan çıkan Yaban Gülleri’ni ve hayatı konuştuk. Yaban Gülleri’nde Türkiye Cumhuriyeti’nin değişimini üç kuşak üzerinden anlatıyorsunuz. Nasıl gelişti bu kitap fikri? Annemin hikâyesini anlattığım “Rana”nın devamı gibi bu kitap. Rana 190528 yıllarını anlatıyordu. Bu kitap ise 193039 arasını anlatıyor. Tamamen ayrı bir konu, kurgu da başka, ancak evre bakımından bir devam. Kitapta biraz ben varım, biraz kurgu. Mesela ne var sizden? Mesela, torun Nesteren’in muzdarip olduğu kalp hastalığı kızkardeşimde de vardı. 13 yaşını atlatırsa uzun ömürlü olur, buluğ çağını atlatamazsa diyecek bir şey yok, demişti doktor. Kızkardeşim atlatamadı, 13 yaşında vefat etti. O bana dokunmuştu. Soyadı kanunu, vakıflar kanunu, kadınlara seçmeseçilme hakkı... Yaban Y Gülleri’ni bir tarih kitabı gibi okumak da mümkün... Öyle yüklü bir devre ki, kanun üstüne, kanun çıkıyor. Kitaptaki üç aileyi mahsus seçtim. Biri noter olarak Türkiye’nin iç politikasını; diğeri milletvekili olmasından hem iç, hem dış alimi; Musevi de olan Halim beyse Avrupa’daki hali iyi biliyor. Üçünün tecrübesini aldığınızda o zamanki devrenin tamamını kavrıyorsunuz. Bunları anlatabilmek için çok yoğun tarih çalıştım. Bunlar aynı zamanda sizin tecrübeleriniz. İçindeyken o dönemi sindirebilmek nasıl mümkün oldu, oldu mu? Çok ilginçti. Soyadı kanunu çıktığında yedi yaşımdaydım. Bir günde başka bir ismim oldu. Yaban Gülleri’nde belirttiğim gibi Halim bey her cuma kızını gezmeye götürüyor. Ancak sonra tatil günü Pazar oluyor. Unutup eski alışkanlığıyla devam ederken bir hatırlıyor ki o gün iş var. Koştura koştura daireye gidiyor. O zaman bu çok insana olmuştu (gülüyor). Musevi olan Halim bey’in yaşadıkları kitapta geniş bir yer tutuyor. Neden? 1930’larda geçen o hadiseler maalesef hâlâ tatbikat şeklinde, o yüzden de “Aman dikkat, o felaketler tekrar başımıza gelmesin” demek istedim... İsmet İnönü’nün iyi tarafı da, kötü tarafı da var. Bizi cambaz gibi gide gele dünya harbine sokmadı mesela. Film gibi bir yaşam 38 Dersim olaylarında da kendisinin hatalı olduğunu söylüyorsunuz... Sen İsmet Paşa’yı sevmiyorsun, diyorlar bana. Bunun sevgiyle alakası yok. Tarihi vukuatı ne iyiye, ne kötüye yorumlamak zorunda değilim. Neyse onu söyleyeceğim. İsmet Paşa’nın Atatürk’e karşı ikinci adamlık kompleksi var. En büyük delili vefatından sonra çıkarılan paralardan Atatürk’ün resmini çıkarıp kendi resmini koydurmasıdır. Tepesindeki adamın ezikliği içinde yanlış işlere girişti. Dersim de bunlardan. Seyit Rıza’ya gel, anlaşalım diyor, geldikten sonra da tevkif edip asıyor. Böyle olunca yöre insanının devlete itimatı kalmıyor. 90 yıllık, film gibi bir yaşam sizinki. En çok iz bırakanlar ne oldu? Mesela kızkardeşimi kaybetmem... Bir de ikinci dünya harbi zamanı çok korkunçtu. Almanlar Yunanistan’ı işgal ettikten sonra burada da panik başladı. Anadolu’da tanıdıkları olanlar denkleriyle Haydarpaşa Garı’ndan gittiler. Biz de tam gidecekken yatıştırıcı bir hava oldu. Kaldık. Gençliğimde bir kilo ekmek yiyen biriydim, ekmeği karneye bağladılar, her gün iki dilim ekmek ancak bulabiliyorduk. Kahve filan yoktu, fındık kabuğunu öğütüp içiyorduk. O günleri atlatıp Paris’e gittiniz. Kâğıt toplayıcılığından şoförlüğe pek çok işte çalıştınız. Okudunuz. Altı yıl sonra Paris’ten dönüp Siverek’e gittiniz. Neydi sizi döndüren? Babamın durumu. Beş sene sonra mektup yazdı, “Artık İstanbul’da barınamayacağım, Siverek’e gidiyorum. Oralar da karışık. Sen de gel” dedi. Paris’ten sonra Siverek’in ortasına düştüm. Nasıldı? Hiç sormayın (gülüyor). Köye gideceğimi tahmin ediyordum ama böylesini beklemiyordum. Taş devri gibiydi, hiçbir şey yok. En modern şey, kuyulardan su çekmek için, kamyon lastiklerini ters çevirip yaptıkları kovaydı! Yanardağ patladığı için dökme taşla kaplıydı her yer. Babam “Kara kara taşlara baktıkça adam öldürmek geliyor içimden” derdi. Hakikaten insanın ruhunu karartıyordu. On sene kaldım. Bucak aşiretindeniz biz. “55 ağaların sürgünü”nden sonra bizi şu ihbar etti, bu ihbar etti, diye birbirlerine düştüler, ölümler olunca kan davası başladı. Kan davasını sonlandırmak için “İki koldan da aşiretin başında görünen kişiler Siverek’ten gidecek” denilince İstanbul’un yolunu tuttum. Sonra Bodrum’da otelcilik yaptım. Bodrum’un ilk otelini, Halikarnas’ı kurdum. Ondan sonra Bodrum Bodrum oldu. İyi mi, kötü mü oldu, bilemem. Ben o zamanki Bodrum’u arıyorum ama. Şimdi Paris, İstanbul, Bodrum arasında gidip geliyorum. Bu üç şehrin sizin için anlamı ne? İstanbul doğup, büyüdüğüm şehir. Ama artık bu trafik sıkışıklığından bir yerden bir yere gidemediğim için o canımı sıkıyor. Kitap meselesi çıkınca İstanbul’da daha yoğun kalmaya başladım. Ancak asıl Paris’le Bodrum arasında geçiyor hayatım. Bodrum Turgutreis sakin. Teknem kapımda. Paris’eyse millet keyfe gider, ben çalışmaya gidiyorum. Orada kütüphanem çok zengin. Yazarken her şey elimin altında oluyor. l esraacikgoz@cumhuriyet.com.tr Kafa çalışır, hayal çalışır, kalp çalışır... İlk kitabınızı 49 yaşınızda yayımlayabildiniz... Çünkü o zamana kadar başıma gelmedik kalmadı. Her şeyden kaçıp gitmeyi çok istedim. 16 yaşımda gizli gizli yazar, sigara kutularının arkasına notlar alır, çekmeceme atardım. Utanırdım, kimseye söylemezdim. Sonra zaten her türlü dert başımda oldu. Para pul da yoktu. 48 saat uyumadan kamyon kullandığımı, yükün üzerinde sızdığımı bilirim. Bütün isteğim yazmak, çizmekti ancak 47 yaşında nasip oldu. Üstelik ilk kitabımı Fransızca yazdım, biliyor musunuz? Neden? Her zaman Cumhuriyet gazetesi okurum. Siverek’teyken okuyamadım. Döndüğümde Öz Türkçe furyası çıktı. Cumhuriyet gazetesi aldım, okumaya çalıştım, bir tek cümleyi anlayamadım. Bambaşka lisan olmuş resmen. Onun üzerine kalktım Fransızca yazdım ilk kitabımı. “L’echarpe d’iris” böyle çıktı ortaya yani, sonra Türkçe’ye Ebem Kuşağı olarak çevrildi, onu “Kılıç, Uykuda Vurulur”, “Râna”, “Mühtedi”, “Ah Vre Sevda!”, “SaintMichel’in Develeri”, “Neydi Suçun Zeliha!” ve “Yaban Gülleri” takip etti. Sırada ne var? Edebiyat dünyasında proje eksik olmaz, kafa çalışır, hayal çalışır, kalp çalışır, ama onu kâğıda dökecek kendinizde imkânı gördüğünüzde bir şey olur. Nasip olur, becerebilirsem, Rana ve Yaban Gülleri’nin üçüncü evresini yazacağım. Bakalım. l Ziyaretçi defteri Türkiye’de neden mucit yetişmiyor? Çünkü biz her şeyin icadına bakacağımıza, icabına bakıyoruz da ondan!.. İbrahim Ormancı Misafir şair UNUTMA Ne denli yakınsan da, Ayaktasın ya... Yenemediler seni, Soluk alıyorsun hâlâ, Çık sokaklara, Ağlayan bir çocuğun, Derdini sor, Bir yaşlıya yardım et, Alın teri kurumamış, Bir işçiye günaydın de... Unutma dostum, Sen varsan, Var bu dünya!.. İbrahim Ormancı Sanalsentır Lav Sıtori Sensizliği Bozuyor Kalbimin Çarpıntısı... Mehmet Tuncer Pisşop Misafir çizer: C. B. Shibu Üç kelime üç işlem Haftanın sanat çizelgesi Figür, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na bağlanacak. Para: Sökül Dış politika: Dökül Vatandaş: Bükül Off the record Ekonomik başarı, dilleri öldürüyormuş! Niye çok konuştuğum belli oldu... C M Y B