24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

11 AĞUSTOS 2013 / SAYI 1429 3 12 Mart’ın faşist sıkıyönetim mahkemesinde savcı ifade alırken durmadan “komünist misin” diye soruyor, “hadi, değilim desene” diyerek tuzağa düşürmeye çalışıyordu. “Komünistim” desen daha mahkeme başlamadan 7.5 yılı alacaksın, hayır, değilim desen, hayat boyunca utanç… Sonunda dayanamadım, kuşkusu kalmasın diye “Elhamdülillah komünistim” dedim… Hasan Hoca “kul hakkı” diyor, sosyalistler “emekçinin hakkı”... Romanın bir yerinde “ideolojiler sınırlayıcı olabilir ama yine de kullanışlı” diye özetlenebilecek bir cümle var. İdeolojilerle inançların “vicdan”da buluşması derin fay hatları varken kolay mı? İdeolojilerle vicdanın buluşmasına kimse kolay demiyor. Ama ortada ortak bir hedef varken iki taraf da neden bir süreliğine de olsa omuzdaşlık etmesin. Dikkat edilirse, Antikapitalist Müslüman hareketi, benim izlenimime göre kentli bir eylem. Müslümanlık taşralılıktan, köylülükten uzaklaştıkça özgürlük konusunda işbirliği mümkün oldu… Bazı liberaller AKP’ye bir dönem fazla umut bağladılar, daha sonra ciddi hayal kırıklığına uğradılar. Antikapitalist Müslümanlarla sosyalistlerin 1 Mayıs’ta başlayıp, Gezi’de derinleşen yol arkadaşlığı nereye kadar gider? Türkiye’deki liberal dediğimiz grubun pek azı literatürdeki anlamda liberal. Bu az sayıdaki gerçek liberali bir kenara bırakırsak kalanların yarısı yılgınlıklarını ve hayal kırıklığını saklamayan eski solcular, öteki yarısı da renklerini gizlemeye çalışan sağcılar. Bu iki ekip AKP’nin tetikçiliğini yaptı. İktidardaki AKP ile işbirlikleri stratejik değil taktikseldi, bu nedenle zamanı gelince de kapının önüne kondular. Gezi’deki işbirliği yapan gruplarsa muhalefetteler ve kısa dönemde iktidar nimetlerini tadacak gibi görünmüyorlar. Bu açıdan farklılar. Antikapitalist olmaları önemli bir ortak paydaları, yani stratejik hedefleri özgürlük ve yoksulluğun alt edilmesi… Bugünkü konumları göz önüne alındığında, Antikapitalist Müslümanlarla solcuların arasındaki uzaklık, geleneksel Müslümanlarla aralarındaki uzaklıktan daha kısa. Bu işbirliği nereye gider? Kim bilebilir. Sadece şunu söyleyeyim, “Aşk sonrasını düşündüğünüzde sona erer…” diye yazmıştım bir yerde. Henüz başlamamış bir işbirliğinin sonucunu düşünürken bunu akılda tutmak gerek. Bir de şu: Bolşevikler devrim öncesi Moskova’da yapılan seçimlerde komik bir oy almışlardı. Ama birkaç ay sonra en büyük güçtüler. Önemli olan örgütlü ve hazır olmak… “Doğrusu bir solcu olarak, insanların mutluluğu, yetişkin hayatımın rüyası olan yoksulların olmadığı, çocukların ve yaşlıların ağlamadığı, kadınların ezilmediği bir dünyaya bir adım bile yaklaşmak için Tanrı’nın kutsallığına gönül rahatlığıyla katlanabilirim” demiştiniz. Bu “katlanma”nın sınırı nereye kadar? “Katlanırım”, diyen yukarıda da sözünü ettiğim, 1990’larda yazlmış Yürek Sürgünü adlı romanımın kahramanı Halit’in sözleri. Tehlike var mı? Var ya da yok. Şunu hatırlatayım. Mao, onlarla devrim yapıncaya kadar, köylülere gerici demeyen Marksist mi vardı? Hazır olmak, örgütlü olmak… Politikada asıl olan bu. Türkiye’de solcuların mutlaka Müslümanlıkla barışması Müslümanlığı öğrenmesi, Müslümanlığın taşralı arsızlığa teslim edilmesine karşı çıkması gerek… l MEHMET EROĞLU Sanat hisseder, hayat kanıtlar M ehmet Eroğlu, Fay Kırığı Üçlemesi’nin 2. kitabı Emine’de sosyalistlerle Antikapitalist Müslümanları vicdanda buluşturuyordu. Romandaki kahramanlardan Hasan Hoca’nın esin kaynağı da İhsan Eliaçık’tı. Hasan Hoca, İhsan Eliaçık’tan alıntılanan “abdestli kapitalizm” ve “İslamcılar lüks içinde yaşayamazlar” benzeri cümlelerle konuşuyordu. Ve, Gezi eylemlerinde Mehmet Eroğlu’nun roman kahramanı hayata karıştı. Hayat, edebiyatı doğruladı, onayladı. Mehmet Eroğlu ve İhsan Eliaçık ile roman kahramanının hayata karışması, edebi öngörülerin hayatla doğrulanması konularında sohbet ettik. Mehmet Eroğlu’nun sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle: Gezi süreci, roman kahramanlarınıza hayatın bir sağlaması, onayı gibiydi. Gezi Parkı eylemleri size roman hayat, kurgu gerçek üzerine ne düşündürdü? Bir roman kahramanınızın eylemlerin önemli aktörlerinden biri olması ne hissettirdi? TÜREY Türkiye’deki Müslüman KÖSE hareketiyle ilgilenmem aslında 1990’larda başladı. Ülkedeki Müslümanlığın ataerkil, taşra yaşam tarzında motifler taşıdığını, Osmanlı dönemindeki kentsel, estetik özelliklerinin göz ardı edildiğini, ancak damarlarından birisinin antikapitalist ve Batı karşıtı olduğunu Yürek Sürgünü adlı romanımda, solculuktan Müslüman eylemciliğine kayan Halit adlı kahraman nedeniyle bir yan tema olarak ele almıştım. Aynı romanda bir grup gencin sonradan Hizbullah eylemlerinde göreceğimiz tarzda radikalizme kayacağı öngörüsünde de bulunmuştum. Fay Kırığı Üçlemesi’ni planlarken tasarladığım Hasan Hoca karakteri aslında 1990 tarihli bu kapsamlı çalışmalardan doğdu. Emine’yi yazmaya başladığımda yıllar önce düşündüğüm roman kahramanını karşımda buldum. Kahraman İhsan Eliaçık’ta cisimleştiği anda sahicileşti ve romanda sözü edilen eylem birliği Emine yazıldıktan yaklaşık beş yıl sonra neredeyse aynı biçimde gerçekleşti. “Sanat hisseder, yön gösterir, hayat ve bilim kanıtlar…” Bir dönem içinde bulunduğu 68 kuşağını anlatan seri romanlarıyla adından söz ettiren Mehmet Eroğlu, 1990’lardan itibaren de Fay Kırığı üçlemesiyle İslami kesimi konu alan roman serisine başladı. Fay Kırığı Üçlemesi’nin ikinci romanı olan “Emine”de sosyalistlerle Antikapitalist Müslümanları buluşturuyor. Roman kahramanı Hasan Hoca’nın esin kaynağı ise Gezi Direnişi’ndeki tavrı nedeniyle bugünlerde hayli popüler olan İhsan Eliaçık. Seminerlerde katılımcılara hep bunu hatırlatırım. Kendi sözlerimin doğrulanması açısından durum ilginçti. Emine’nin merkezinde de “farklı dünyaların insanları”nın aşkı var. Gezi, “farklı dünyaları” birbirine yaklaştırdı mı? Bunun seküler ve dindar kesimde nasıl sonuçları olur? AKP’nin klasik tabanını da etkiler mi? AKP’nin klasik tabanı diye adlandırdığımız kesim taşralı, maço özellikleri ağır basan, para sever bir kesim. Kısa vadede bu grubun etkileneceğini sanmam. Ancak Gezi olayları söylenilenenin aksine, laik diye tanımlanabilecek, kentli kesimin, antikapitalist ve özgürlükçü olmak şartıyla, dindarlarla bir sorunu olmadığını gösterdi. Ölçek küçük olsa da işbirliği örneği çok ilginçti ve genişliği, kısa vadedeki etkileriyle değil, bu yönde atılan ilk adım oluşu açısından önemliydi. Neyin olabileceği hakkında fikir verdi. Bir zamanlar “Elhamdülillah komünistim” demişsiniz... 45 yıl önce polis bizi, 4 ODTÜ öğrencisini bir eylem sonucu bir yerde kıstırdı. Gizlediğimiz kimliğimiz konusunda kuşkudaydı. Durumu açıklığa kavuşturmak için kendilerince bir deneme yaptılar. Komiser, “Müslüman mısınız” diye sorunca, biz de yakalanmamak için, “evet, Müslümanız” dedik. Der demez polisler “Elhamdülillah diyeceksiniz ulan” deyip bizi bir güzel ıslattı. Bir yıl sonra Eroğlu’nun Emine romanının kahramanlarından biri de İhsan Eliaçık’tı Ve roman kahramanı Gezi’ye karışır... Romanda yer alan antikapitalist Müslümanlarla solcuların birlikteliği Gezi’de hayata geçti. Sizi Türkiye tanıdı, bir anlamda roman kahramanı hayatta doğrulandı. Ne hissettiniz? 2008’den bu yana, 5 senedir söyleşiler oluyor, romanlara konu oluyoruz, filmler, belgeseller çekiliyor. Kendimi tuhaf hissediyorum, çok insan tanıdı, yolda yürürken insanlar dönüp bakıyor, “imza at”, diyenler, sarılanlar oluyor. Ben yollarda gezmeye, vitrinleri seyrede seyrede yürümeye, istediğim yerde oturup su içmeye alışkınım. Tanınmak insanın özgürlüğünü kısıtlıyor. Bankanın önünden geçemiyorum. Bir defa bankamatike gittim, Van’daki depremzedeler için para gönderdim, o zaman resmimi çekmişler, Facebook’ta paylaştılar. “Şöhret afettir”, derler. Ne kadar çok kişi tarafından tanınırsanız, ne kadar çok kişinin hayatına dokunursanız, ne kadar çok insanın hayatıyla ilgili karar almada etkili olursanız o kadar çok hesabınız olur, ahirette onun hesabını veremezsiniz. Üç kişiye dokunan insanlarla, 300 bin kişinin hayatına dokunan insanın hesabı aynı olmaz. Ne kadar çok tanınıyorsanız hesabınız o kadar ağır, uzun ve zor olacak. Gezi Parkı eylemleri, farklı mahallelerin insanlarını, solcularla Müslümanları bir araya getirdi... Biz en azından zihnen mahalle duvarlarını yıktığımız için, mahalle refkleksleriyle haraket etmiyoruz. Kurumsal din refleksiyle bile hareket etmiyoruz. Burada “Müslümanlar var mı yok mu” diye düşünmüyoruz. Bizim oy verdiğimiz partilerden, bizim mahallelerden insanlar var mı yok mu diye düşünmüyoruz. Adalet ve zulüm refleksine göre hareket ediyoruz. Zulüm varsa bizi kimse durduramıyor, kimseye aldırış etmiyoruz. Antikapitalist Müslümanların yaptığı eylemler Türkiye dindarlığında bir bilinç yarılmasını gösteren efsanevi eylemlerdir. Fatih camisinde namaz kılıp 1 Mayıs’ta yürümek, Hrant Dink için Ermenilerle yürümek, Roboski için gıyabi namaz kılmak, KoçÜlker ortaklığını protesto eylemi gibi. Toplumun en dibindekilerin yanına gidiyoruz. Bu, Türkiye dindarlığının gördüğü bir şey değil. İstiklal Caddesi’nde iftar sofrası, inanan inanmayan herkesin buluşması efsanevi bir olaydır. Bunlar Türkiye tarihine geçti, çok önemli kırılma noktaları. AKP tabanı, seçmeni bu süreçten nasıl etkileniyor? AKP seçmeni olaylar ortaya çıktıkça, her şey gün yüzüne çıkmaya başladıkça, biz onlarla konuşunca etkileniyorlar. Öfkeli AKP’li gruplar geliyor, bizimle konuşunca bir saatte ikna olup gidiyorlar. Çünkü yalana inandırıldılar, Erdoğan’ın yürüttüğü bilinçli bir politikadır bu. “Camide içki içtiler” diye yalan söyledi, “başörtülü kadın yerde süründürüldü”, dedi. Bunun yalan olduğunu, kaset olmadığını biliyordu. Yalan, kitleyi Gezi Parkı’na akmaktan alıkoyacak tek yoldu, o yolu denedi. O kasetler nerede, dış güçler diyor kanıt yok, din düşmanları, darbeciler diyor, hiçbiri kanıtlanamadı. Darbenin kokusunu alsam orayı terk ederim. Dozerin önüne çıktığımız gibi, tankların önüne de çıkarız. Solcularla Antikapitalist Müslümanların yol arkadaşlığı nereye kadar gidebilir? Dinsel referanslarla, kutsallar üzerinden konuşulmaya başlandığında bu yol arkadaşlığı zora girmez mi? Biz stratejik bir ortaklık içinde değiliz. Referansın neresi, kim olduğu önemli değil. O referanstan alınan ve söylenen şey önemli. Adaletli olalım, emeği sömürmeyelim, sömürüsüz, sınırsız, hegemonyasız bir dünya olsun diyenler ister Marks’ın kitabından alsın, isterse İncil’den alsın. Nereden alırsa alsın bu sözleri söyleyen herkesle yol arkadaşlığı yaparız, gidebileceğimiz yere kadar gideriz. İnançlılıkları ve inançsızlıklarına bakmayız, hangi ritüeli icra ettiklerine veya etmediklerine bakmayız. İyilik, güzellik, adalet, doğruluk için herkesle yol yürürürüz. l SELÇUK EREZ Sinbad gibiyiz şimdi* Çocukken okumuştum: Gemici Sinbad’ın, Harun Reşid devrinde başından geçenler anlatılıyordu. O zaman sadece heyecanlı maceralar olarak algıladığım bu öykülerin aslında yararlı dersler içerdiklerini şimdi anlamaktayım. Sinbad’ın dördüncü seyahatında neler olmuştu? Gemisi batmış, Sinbad, kendini yamyamların arasında bulunca denize atlamış, hızla yüzerek yakındaki başka bir adaya sığmıştı. Bu adanın padişahı, Simbad’ı çok sevmiş, onu, adasının en güzel kızıyla evlendirmişti... Sonra? Eşi kısa bir süre sonra ölünce Sinbad’ı o adanın geleneği uyarıncaeşiyle beraber bir yer altı mağarasına gömmüşlerdi. Zavallı kendini birden karanlıkta, kokuşmakta olan bir cesedin yanında bulmuştu. Yanına bir testi su ve birkaç somun ekmek bırakmışlardı. Anımsıyorum: Sinbad’ın mezardaki günleri, duvarları elleyerek kaçış, çıkış yolları aramakla geçmişti. Tehlikenin farkındaydı ama çare bulamıyordu. Sinbad sonunda kurtuldu ama çocukluk günlerimden bu yana benim belleğimde kalan, onun bu çıkmazda uzun sürmüş sıkıntılarıdır. Ben uzunca bir süredir kendimi, böyle boğucu bir çukurdan çıkaracak yol arayan Sinbad gibi hissediyorum! O nasıl kurtulmuştu bu çukurdan? Vahşi bir hayvan görmüş, peşine takılarak mağaradan çıkabileceği bir yol bulmuştu... Peşine takılabileceğimiz yaratıklar nerede? Peki, Sinbad diğer karabasanlardan nasıl sıyrılmış, gün yüzünü nasıl görebilmişti? Onun başka sıkıntılar karşısında bulduğu çözümler acaba beni de düze çıkarır mı? Sinbad, bundan sonra başına gelenleri şöyle anlatır: “Zayıf, çelimsiz, yaşlı birine rastladım. Bir akarsu kenarına ilişmiş karşıya bakıyordu. Anlaşılan zavallının dereyi aşacak gücü kalmamıştı. Acıdım, onu sırtıma aldım, karşıya taşıdım. İnmesini bekledim ama “Buyur in” deyince boğazıma elleriyle ayaklarıyla yapıştı ve inmedi. Beni günlerce bir binek hayvanı gibi kullandı, istediği yönde koşturdu durdu... Eleştiri kabul etmiyordu: Onu sırtımdan indirmeğe kalktığımda, “Artık yeter, in be tepemden!” dediğimde beni tehdit ediyor, boğazımı sıkıp nefes almama engel oluyordu. Sinbad tepesine çöreklenmiş bu meretten nasıl kurtulmuştu? Tarla kenarında bulduğu bir kabağı delmiş, boşaltmış, yolda topladığı üzümleri bunun içinde bekletip ekşiterek insanı sarhoş eden bir içki üretmişti. Sinbad’ın bu içkiyi içerek neşelendiğini, sırtındaki yüke rağmen oynayıp hopladığını gören “despot” merak etmiş, bundan tatmak istemişti: Vermezsen ümmüğünü sıkar, boğarım seni! Herif, üzüm suyunu son damlasına kadar içip kafası alabildiğine dumanlanınca Simbad onu kaldırıp yere vurmuş ve bağımsızlığına ancak böyle kavuşabilmişti! Ama heyhat! Benim sırtımdaki maymun alkollü içki içmez ki... Öyleyse ben, Sinbad’ın başka uygulamalarından esinlenecek, bu dikta denizinde, gençlerin toplandıkları platform adacıklarına doğru kulaç atarak kurtulacağım! l www.selcukerez.com *6 yıl önce yazmış olduğum bir yazıyı, bu günkü duygularımı en iyi yansıttığını düşünüp az rötuşlayarak sunuyorum. C M Y B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear