Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
7 EKİM 2012 / SAYI 1385 7 Etli elma dolması Gazel ayı kim ayı gelince sonbahar artık kaçınılmaz olarak gelmiştir. Ağaçlarda renkler sarıya kızıla çalar, yapraklar bir bir düşer. Kuru yapraklar yorgan gibi toprağı örter, zaman zaman sert bir rüzgârla uçuşur. Bu yüzden Ekim ayına Anadolu’da çoğu kez “Gazel Ayı” denir. Gazel, kuru yaprak demektir. Doğrusu Ekim ayına kuru yaprak kadar yaraşan bir isim de zor bulunur. Aslında Ekim, gerçekten de ismini zor bulmuş bir ay. Bir anlamda Anadolu’da unutulmaya yüz tutan bir mevsimini de şaşırmış gibi. Yazla kış gelenek var. Bazı yörelerde cenazenin arasında kısılıp kalmış, bazen geçmiş ardından kuru bir ağaç dalına kıpkırmızı yaz günlerini hatırlatan, bazen de elmalar asılıyor. Kimi zaman elma sayısı yaklaşan karakışı duyumsatan bu ay ölenin yaşına denk düşürülüyor. Cenaze için isimsiz ay demek de mümkün. mezara konduktan sonra dal Tarlaların ekildiği zaman olduğu için silkeleniyor. Toprağa saçılan elmaları Ekim denmiş ama aslında bu isim çok çoluk cocuk ihtiyacı olanlar kapışıyor. AYLİN sonradan yakıştırılmış. 1945 yılına Bereket paylaşılıyor. Hayat devam kadar Ekim diye bir ay adı yokmuş bile. ediyor. Bazı yörelerde ise genç biri ÖNEY TAN Ekim ayı Osmanlı Türkçesinde Teşrini öldüğü zaman dala elma asılıp mezar Evvel olarak bilinirdi. Kasım ayı ise başına dikiliyor. Gelen geçen böylece Teşrini Sani olarak anılırdı. Sümer diline dayandığı zamansız ölümün haberini alıyor, erken göçüp giden söylenen Teşrin kelimesi Cumhuriyet’in ilanından faninin arkasından duasını okuyor. Elma, dünyadan sonra da bir süre kullanıldı. Cumhuriyetin ilk nasibini almadan gidenlerin simgesi oluyor. yıllarında İlk Teşrin veya Birinci Teşrin olarak anıldı. Yapraklarını dökmüş ağaçlarda hala sallanan Neden sonra 1945 yılında yapılan bir değişiklikle kıpkırmızı elmaların olduğu bu güzel günlerde bugünkü Türkçe adını aldı. Aylar içinde ismi eski sonbaharı hissetmek için elmalı tariflere yer bir kültüre dayanmayan sonradan adı konmuş tek vermekte yarar var. ay Ekim. Ekim ayı iki arada Benzer bir kararsızlık İngilizce adı olan October bir derede kelimesinde de seziliyor. Yılın onuncu ayı tuhaf bir kalmış. Soğuk şekilde sekiz anlamında “octo” sözcüğünden adını mu sıcak mı almış. Bu kafa karışıklığının sebebi ise daha önce olacak karar takvimde yer almayan Ocak ve Şubat ayının takvime verememiş. eklenmesiyle ortaya çıkmış. Bu kez Ekim ayını simgeleyen meyvelerin başında ise tariflerimiz de elma geliyor. Elma tadını Ekim ayında buluyor, en öyle oldu. Tatlı kütür kütür lezzetini kazanıyor. Elma, Anadolu’da mı, tuzlu mu sayısız geleneğin parçası olmuş bir meyve. İnançlara olacağına karar göre insanoğlu cennetten kovulduğundan beri elma veremeyince, ortaya ile olan davası bitmemiş. Doğumdan ölüme elma iki tarif çıktı. aylinoneytan@yahoo.com hep insanın yanında olmuş. E Bu tarif Osmanlı mutfağında çok eskiden yapılan elma dolmalarından esinlenerek uyduruldu. Çok ekşi olmayan ama fazla da tatlı olmayan bir elma türü seçin. Lezzet dengesi ve rayihası ile Amasya elması uygun olacaktır. 8 adet küçük kırmızı elma 250 g orta yağlı kıyma 1 soğan 4 çorba kaşığı pirinç ½ demet ince kıyılmış dereotu 2 çorba kaşığı pekmez (fazla tatlı olmayan, mümkünse elma, armut pekmezi gibi meyveli bir pekmez) 2 çorba kaşığı tereyağı, 1 tatlı kaşığı yenibahar 1 tatlı kaşığı kişniş 1 çay kaşığı tarçın 1,5 tatlı kaşığı tuz ½ tatlı kaşığı karabiber Elmaların üstü için birer parça tereyağı Soğanı rendeleyin, kıyma ve pirinçle karıştırın. Dereotunu, oda sıcaklığında yumuşak tereyağı ve pekmezi ekleyin. Pekmez yerine erik ekşisi, elma ekşisi gibi fazla tatlı olmayan bir ekşi de koyabilirsiniz. Ancak tadı çok kuvvetliyse 1 kaşık koymanız yeterli olacaktır. Baharatları, tuz ve biberi ekleyin. Hepsini iyice yoğurun. Elmaları dibini zedelemeyecek şekilde oyun. Dilerseniz kabuğunu tamamen bırakabilir veya alacalı şerit şerit boyuna soyabilirsiniz. Etli karışımı elmaların içine doldurun. Elmaların tepesine birer fındık büyüklüğünde tereyağı koyun. Elmaların üstünü geçmeyecek kadar su ekleyin ve kısık ateşte bir buçuk saat kadar iyice pişirin. Suyunun büyük oranda çekilerek iyice koyulması gerekir. Servis yaparken suyunu elmaların içine ve üstüne dökün. ADNAN BİNYAZAR Yaşlandıkça gençleşmek Y aşlılığa, yaşamın nice engebeleri aşıldıktan sonra varılıyor. Kendini her an var etme çabası gösterenlerin, yaşlılık denen olgunluklara hangi aşamalardan geçilerek erişildiğini Konfüçyüs yüzyıllarca önce düşünmüş: “On beş yaşımda kendimi öğrenmeye verdim. Otuz yaşında irademe sahip olabildim. Kırk yaşında seziş yoluyla kavradım. Yetmiş yaşında doğru olan şeylere zarar vermeden, kalbimin isteklerini yerine getirebildim.” Orhan Veli Kanık “Her şey birdenbire oldu.” dese de, hiçbir şey birdenbire olmaz. Ayrımına varalım varmayalım, her değişim, bir oluşum sürecinin ürünüdür; onu birdenbire algılayıp gören, biziz, sezgisel çağrışımlarımızdır. Her oluşumun tözünde toprak, hava, su; onların kaynaşımı var. Ağacın tözü tohum, tohumdan fidan, fidandan gövde, gövdeden dallar, dallardan tomurcuklar, tomurcuklardan çiçekler; elmalar, armutlar, erikler, vişneler, kirazlar... Toprağın dibinden birdenbire fırlayıp günışığına tırmanan bir tek dal, ince boyunlu bir çiçek gören var mı? Cahit Külebi “Aşk da yeşeren otlara benzer, / Günü saati bilinmez.” diyor. Şair sözüdür; elbette bir hikmeti vardır. Oysa aşk, insana anların bağışladığı bir duygudur. Günü de saniyesi de “nano anı” da bellidir. Varoluş sürecini düşünelim; görünenler ya da hayalde yaratılanlar; gelişim, zamansızlığın dışında oluşmaz. Konfüçyüs’e dönelim; önce “kendini bilme”nin tek yolunun öğrenmek olduğunu öğreniyor. Ardından, iradesini sezişiyle kavrama bilincine eriyor. Ancak bilgini kılavuzluğuyla, doğru şeylere zarar vermeden kalbinin isteklerini yerine getiriyor. İnsanın kişilik topografyası böylece oluşuyor. Anlamını kavrayana, hayatın her anı, varoluşuna cevahir değerinde yapı taşları yerleştirme sürecidir. Cicero, “Bir yanıyla yaşlı sayılabilecek olan gençleri sevdiğim kadar, gençliğinden bir şeyleri koruyabilmiş olan yaşlıları da severim. Bu yolu tutabilen kişinin gövdesi yaşlansa da kafası her zaman genç kalacaktır,” sözünü kaç yaşında söylemiş olabilir?.. Sanat, bilim gibi yaratıcı üretimleriyle hayatı yaşanır kılanlar, “doğumevlenmeölüm” süreçlerinden oluşan ömür ağacının son aşamasını sezgileri, bilgileri, mantıklarıyla algılayıp, insanın dünyadaki konukluğunu onurlandırmışlardır. Yaşamlarını anlamlı kılanlar, bu onurdan beslenmesini bilenlerdir. Köşelerine çekilip kendilerini zamansal sürecin gidişine kaptırmayan nice yaşlı tanıdım. Ağızlarından çıkan her sözle, kişiyi güzelliğin yolunu açıyorlardı. Ellerinden kalem düşmüyordu, kulaklarını güzelliğin sesinden ayırmıyorlardı, önlerinde palette binlerce renk arasından güzelliğin renklerini bir araya getiriyorlardı. Thomas Mann’ın deyimiyle, “insanda yaş ölçüsünün ruhsal gençliğe” bağlı olduğu bilinciyle, onlar yaşlılıkta gençliklerini yaşıyorlardı. Öyleleri de vardı ki, köşelerine çekilip ölümü bekliyorlardı. Oysa hangi koşulda olursa olsun, her canlı, varlığını sürdürme savaşı içindedir. İnsansa, yaratma yeteneğini işlevsel kılarak varoluşunu sürdürme bilincine eren tek yaratıktır. Araçlar yaparak, onunla yetinmeyip yaptığını geliştirerek, aklının bir kıvılcımlanmasını daha eyleme geçiriyordu. O nedenle, yaratıcılığı göz önünde bulundurulan insanın yaşam sürecini çocuklukyetişkinlikyaşlılık gibi evrelerle belirlemeye gerek kalmıyor. O, bu eylemiyle insanlığın değerbilir belleğinde zaman üstü bir kimlik kazanmıştır. Bu bağlamda, Kafka’nın şu sözü, yaşlılık saplantısıyla ruhunu eylemsizliğe sürükleyip kötümserliğin tuzağına düşenlere sanırım gençlik aşısı olacaktır: “Güzellikleri görme yeteneğini kaybetmeyenler hiçbir zaman yaşlanmazlar.” binyazar@gmail.com Tatlı elma dolması Bu tarifteki iç harç için istediğiniz meyve karışımını kullanabilirsiniz. Özellikle kuru üzüm cinsleriyle birlikte biraz portakal kabuğu şekerlemesi koymak tadı çok değiştirecektir. 8 küçük elma 1 kahve fincanı karışık kuru meyve 4 çorba kaşığı şeker 2 çorba kaşığı ince kıyılmış ceviz 1 tatlı kaşığı tarçın 8 adet yarım ceviz birer topak tereyağı Elmaları oyun, kabuklarını soymadan çevresine çeperi boyunca bıçıkla bir çizik atın ve ateşe dayanıklı bir kaba dizin. Meyve kurularını ve kullanıyorsanız meyve şekerlemelerini incecik kıyın. Hepsini şeker, ceviz ve tarçın ile harmanlayın. Dilerseniz birkaç kaşık likör veya konyak, rom benzeri sert bir içki ilave edebilirsiniz. Karışımı elmaların içine doldurun. Elmaların üzerine yarım ceviz ve bir ufak topak tereyağı yerleştirin. 180200 derece fırında 1 saat iyice yumuşayana kadar pişirin. Sıcak veya ılıkken süt kreması veya dondurma ile birlikte servis yapın. Umudu ve hayali taşıyan bir sergi ESRA AÇIKGÖZ essam Metin Ünsal, sizinle bir sözleşme yapmak istiyor, umudunuzu hep yaşatacağınıza ve hayal kurmaktan asla vazgeçmeyeceğinize dair bir sözleşme bu. O da size bu yolda resimleriyle güç verecek. Payına düşen adımı, Bodrum Nurol Sanat Galerisi’nde 20 Ekim’e kadar açık kalacak “Yaşam Sözleşmeleri” sergisiyle attı; Mart’ta da İstanbul’da sergisi olacak. Ama önce Metin Ünsal’ı bir dinleyelim... Daha ilkokula başlamadığı yıllarda gelişiyor resimle ilişkisi. O zamanlar bu ilişki en çok ondan yedi yaş büyük abisinin işine yarıyor, Ünsal’ın yaptığı resimleri okula götürüp, “Pekiyi”yi kapıyor. Ailesi resimlerini Ayetullah Sümer’e gösterdiğinde, “Bu çocuğa dikkat edin” diyor Sümer, “büyük adam gibi resim yapıyor.” İlk öğretmeni annesi. İlk sergisini 15 yaşında Büyükada’da açıyor. Işık Lisesi’nde okurken sergiler açıyor, ödüller alıyor... Ama akademi yerine Boğaziçi Üniversitesi’nde mühendislik eğitimi alıyor. Eğitimin resmi “kalıplar”a sokacağını düşünüyor çünkü. Tabii bu öğrenmeye karşı olduğu anlamına gelmiyor, aksine Özer R Kabaş’tan sanat dersleri alıyor, Nuri İyem ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun talebesi Nevin Çokay’la atölye çalışmaları yapıyor. Aslında resim hep hayatında, mühendislik sonradan geliyor. “Sevdiğim hocaların peşinden koştuğum ve onlarla ilişki kurduğum için akademide eğitime ihtiyaç duymadım. Resim, daima yapılan ve yapılması gereken bir şeymiş gibi gitti hayatımda. Hani cerattalar yumurtadan çıkınca hemen denize gider ya, beni de nereye çevirirseniz çevirin yüzümü resme döndüm”. Mühendislik yapmasa da aldığı eğitimin çok yararını görüyor Ünsal, hayatta ve resimde karşılaştığı problemleri çözme noktasında. Üstelik son 15 yıldır, granit üzerine çalışan büyük bir firmada tasarım danışmanlığı yapmasını sağlayan da bu. Bugünler de heyecanlı. Bodrum’daki sergisinde insanlara “hayatta kalabalıklar arasındaki yalnızlıklarına rağmen dik durmayı başarmaları” gerektiği mesajını veriyor. Umudu ve hayal kurma cesaretini taşıyor tuvalleri. Bunları da kadınların suratlarına işlediği haritalarla yapıyor. Neden mi haritalar? “Haritalar insanların yüzyıllardır bitip tükenmeyen keşfetme arzusunu simgeler. İnsan doğasındaki merak, yeni ve bilinmeyene ilgi, geleceğe dair ümitlerinin en kuvvetli göstergesidir. İnsanın hayata bağlı olması, sahip olduğumuz umutların gerçekleşebilmesi için sürekli bir araştırma ve geliştirme içinde, yeni şeyler, yeni yerler keşfetme peşindeyiz. Bu çabalarımızı belgeleyip bırakma düşüncesi insanoğlunda hâkim. Haritalar bu duygular sonucunda meydana geliyor. Dolayısıyla umut ve hayal taşıyor”. Sergide, bu umutları ve hayalleri kadın figürlerine taşıtmasının da nedenleri var; ilk nedeni kadınların daha estetik olduğunu düşünmesi. İkincisiyse toplumsal bir gerçeği işaret ediyor. Türkiye’de kadınlara büyük sorumluluklar yükleyen toplumun onlara gereken değeri vermediğini düşünüyor Ünsal, kadınların hak ettikleri yerde olmadığını. Oysa, o gelişmenin dinamiğini kadınların direnç ve cesaretinde görüyor ve de “anaların evlatlarını çok daha iyi yetiştirmesi”nde. Sergi isminde de bir ümit taşıyor, yaşamın insanı her an ters köşeye yatırabileceğini biliyor Ünsal, ama sonuca aldırmadan yaşamla sözleşme yapılması gerektiğini düşünüyor. “Mesela büyüdüğümde itfayeci olacağım diyen bir küçük çocuk hayatla bir sözleşme yapmıştır. En azından yarına kadar, bu işi başarma adına ayakta duracaktır. Hepimizin geleceğe dair mutlaka umutları olmalı. Tabii ki bazı şeyleri yüzde yüz garanti altına almak mümkün değil, buradan eve kadar gidebileceğimizi bile bilemiyoruz. Ama isteyip, inançla mücadele ettikçe ayakta durursunuz yaşamda”. Onun hayatla yaptığı sözleşme basit; resimlerinde düşünebildiklerini tam manasıyla verebilmek ve huzurlu, kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmek. C M Y B C MY B