Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
10 OCAK 2010 / SAYI 1242 7 Krek Tiyatro Topluluğu, 15 dakikalık bir seyir olan Bomba’yla yine seyircinin algısını eğip bükmeyi hedefliyor. Oyunun yazarı ve yönetmeni Berkun Oya ise Bomba’nın devamında yine kısa oyunlarla süre algısıyla oynayacak. Önümüzdeki süreçte öğle tatilinde bile oyun izlenebilecek. Bomba 15 dakika sonra patlayacak ZUHAL AYTOLUN eş sandalye, beş farklı hayat, arkadaki ekranda kanlı bir elin tuttuğu kanlı ayakkabı görüntüsü... Birazdan neler olabileceğini tahmin edebiliyor insan. Hele de oyunun adı Bomba olunca. Krek Tiyatro Topluluğu’nun sahneye koyduğu ve Berkun Oya’nın yazıp yönettiği oyun, beş farklı hayatın son 15 dakikasında yaşadıkları zihin döngüsüne işaret ediyor. Zaten oyun da 15 dakika. Bu süreyi Bartu Küçükçağlayan, Batur Belirdi, Bülent Emin Yarar, Canan Ergüder ve Görkem Yeltan da çok başarılı bir oyunculukla yansıtıyorlar. Bomba, Pazartesi günleri saat 19.00, 20.00 ve 21.00’de izleyiciyle buluşuyor. Şubat ayına kadar da garajistanbul’da. Sonrasında Paris’te Odeon Tiyatrosu’nda Fransız oyuncularla seyirciyle buluşacak. Biz de Berkun Oya’yla hem oyunu hem de kendi tiyatro serüvenini konuştuk. Sanıldığı ve yansıtıldığı gibi “kıl” ya da “gıcık” bir adam değil Oya, ama kendisi de bu tanımlamalara alıştığını söylüyor. Onun için yaşam varsa yoksa yazmak. Diğer her türlü ayrıntı ise onun yazma sürecini besliyor sadece. Bomba ile özellikle vurgulamak istediğiniz nedir? Bomba’da siyasi boyut ya da terör ön planda değil. En azından benim kafamda öyle değil, böyle çıkarım yapanlar da olabilir. Ama ben daha çok patlama öncesi tesadüfen orada bulunan bombacı dışındaki kişilerin beklemedikleri o travmatik andan 15 dakika öncesinde yaşadıkları atonal bilinç akışlarıyla ilgileniyorum. Yazarken de beni ilgilendiren şey şahitlik duygusuydu. Sizi bu oyunu yazmaya iten neydi? Oyunu benzer bir kafede oturmuş, birini beklerken yazdım. Oradaki garson kız da oyundakinin benzeriydi. Onu izlerken başladım yazmaya. Hiç konuşmuyor B olmasına rağmen kafasından geçen ve üst üste binen yüzlerce düşünceyi duydum sanki. Görünenin ardına baktınız bir anlamda. Evet. Sempatik bir şekilde bakıp gülümserken, bir yandan da içinden “Neskafe, çay, kahve, çaya limon” diye tekrarlaması, “üç numara hesap istiyor”u aklında tutmaya çalışması ve pek çok başka düşünceyle zihninin yanmaya yakın hızı... Sonra oradan başka karakterler ve başka hayatlara girdim. Aslında bombanın patlaması gibi bir şeydi. Tarifi zor, çünkü bütün tarifler artık o her neyse, sadece bozmaya yarar. Umarım oyun, benim yapabileceğim tariflerin hepsinden daha iyi anlatır kendisini. Televizyon lunapark gibi... Peki tiyatroya yönelişiniz? Frost bir şiirinde “İki yol çatallandı ve ben ikisine de yürüyüp tek bir bir yolcu olamazdım” diyor. O yollardan birini seçince, yolun üzerindeki her şey senin hayatın gibi oluyor. Benim için en önemli yol; yazmak. Tiyatro da en güzel sosyalleşme aracı bu anlamda. Ruhunu ve egonu da terbiye ediyor. Dünyanın en iyi oyununu da yapsan, o akşam oyuncunun bir farklı yorumuyla bambaşka bir oyun olabiliyor. O zaman bütün plan bozulmuş oluyor. Hayat gibi aslında. An’ı planlayamıyorsun. Televizyondan uzaklaştınız mı? Asıl işim o olmadığı için ara ara televizyona bir şeyler yazıyorum. Ama ekran önünde değilim, çok da istemiyorum. Ama her zaman bir iğne olma hissim var televizyonla ilgili. Şimdilerde ise Kafa diye bir müzik programı için hazırlık yapıyorum. Televizyon programları ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Bakmıyorum. Evimde televizyon da yok. Bu yüzden düzenli bir bağ kurmadım. Birinin evine gittiğimde gerizekalı çocuklar gibi ekranın önünde kalıyorum bir süre. Her şey o kadar renkli ve hızlı ki... Hızlandırılmış lunapark hissi geliyor izlerken. Tu ka ka demiyorum kesinlikle. Ama çok da ait olduğum bir düzen değil. Televizyon izlemiyorsunuz. Keza magazinden de uzaksınız. Ancak hakkınızda da çıkan magazinel haberleri görmek mümkün. Bu tezatlığı nasıl karşılıyorsunuz? Ben o dünyanın içinde değilim ki. Siz kendinizi nerede görürseniz, oradasınızdır. Biri bir düzenin içindeyse, onu seçmiş demektir. İlgi alanıma girmiyor. Hani kendinizi ait hissetmediğiniz bir yerde sürekli parmak kaldırıp konuşmaya çalışmazsınız ya. Öyle bir şey. G İŞİM SÜREYLE DEĞİL, ALGIYLA Peki neden 15 dakika? Yazdığım metin 15 dakikalıktı. Birini bekliyordum, o gelene kadar yazdım. Demek ki yaklaşık 2025 dakika bekletilmişim. Metni uzatmak belki esnetmekti, ancak yine de 15 dakika olmasının riskli olduğunu düşündüğünüz oldu mu? Yok hayır. Zaten bir serinin parçası Bomba. Başka kısa oyunlar da yapacağım. Aslında bunu seyircinin algısını bozmaya, bükmeye, gerginleştirmeye ya da rahatlatmaya yönelik bir hareket gibi görmek mümkün. Alışıldık anlamdaki tiyatro izleme algısını tabii ki kıran bir şey bu. Seyircideki etkisini çeşitliyor, bir zenginlik doğuruyor. İki saatlik bir oyun yapmakla 15 dakikalık bir oyun yapmaktaki endişe aynı. Ancak müthiş oyuncularla çalıştık. O yüzden işim kolaydı. Kısa oyunlar birbirinin devamı mı olacak? Yaklaşık 40 oyun var yazdığım. Bazıları 6 dakika, bazıları 40 saniye. Zaten onların hepsini sahnelemek mümkün değil. Oyunları toplayıp bir oyun çıkarma amacında değilim. Gerçekten kısa oyunlar yapmak istiyorum. Süreyle bir işim yok. İşim algıyla... Bir oyun süresinde 3 oyun sahneliyorsunuz. Geçişleri nasıl yaşıyorsunuz? Üç oyun tuhaf oluyor. Oyuncu arkadaşlarımla üçüncü oyuna bir isim taktık. Refleks olarak 19.00’daki oyunu matine gibi, 20.00’dekini suare gibi oynuyorlar, 21.00’de ise aptallaşma oluyor. Ona da patine diyoruz. Patinajla geçiyor. Öğleye çekme fikriniz de var. 12.3013.30 öğle saatlerinde de yemek arasında bir oyun izle Berkun Oya’nın yazdığı Bomba’da bir kafede tesadüfen bir araya gelen beş kişinin zihin akışlarına tanıklık ediliyor. Fotoğraf: VEDAT ARIK nebilir diye düşünüyorum. Ancak tabii ofise döndüklerinde saçları biraz bozulmuş olacak. Farklı bir duruş ve bakış açınız var. Alışıldık algıları kırıyorsunuz çalışmalarınızda. Arayışınız nedir? Biraz soyuta kaçmak gibi görülse de “Hop” diyebilirim. O, her neyse, “hop” yapması lazım. Sadece tiyatro için değil, her şey için geçerli; belki bir öpüşme ya da tokat için bile. “Hop”un bazen iki, bazen üç, bazen tek “o” ile söylenmesi; o zenginliği çok güzel ifade ediyor. GEÇMİŞ DEPRESYON Peki her şeyi yakalar mısınız? Günü kaçırmamak, akışa kapılmamak gibi bir sorun var mı? Dahası hep bir “hop” var mı hayatınızda? Hayatımın yüzde 95’i ıskalamalarla geçti. Kendime dönük en büyük şikâyetim budur. O “an” meselesi, iyi becerebildiğim bir mesele değil. Sonuçları da çok sevimsiz. Geçmiş sürekli depresyon, gelecek ise anksiyete yaratıyor. Şimdi meselesi beceremediğim, ama hep özendiğim bir şey. Yazmak, yönetmek ve oynamak. Sizin için hangisi daha iyi bir kendini ifade alanı? Yazmak. Benim asıl işim yazarlık zaten. Oyunculuk benim için yeni açtığın mekânda başta kimse gelmeyeceği için pistte kendi kendine dans edip, hareket yaratmak gibiydi. O yüzden oyunculuk barışık olduğum bir alan değil. Seyircisi oluşmuş bir tiyatroyuz ve çalışmak istediğimiz, bizimle çalışmak isteyen oyuncular var. Artık benim o pistte deli gibi dolanmama gerek yok. Kendi oyunlarınızda oynamaz mısınız? Korkunç. Kendi oyunlarımda çok zor durumda kalmazsak asla oynamayı düşünmüyorum. Bir kere ben, hemen kovarım beni tiyatrodan. Çalışmak istediğim oyunculardan biri ben değilim. G zuhala@cumhuriyet.com.tr Türkiye de TSSB’ye mi tutuldu? A lterNet’in Washington Büro Şefi Adele M. Stan, Amerikan halkının PTSD (Posttraumatic stress disorder) hastalığına tutulduğunu söylüyor. Türkçe’de Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) olarak tanımlanan bu psikolojik rahatsızlık, Stan’a göre son 10 yılda Amerika’da yaşanan 13 olayın sonucu... Bunların başlıcalarını şöyle sıralamak olanaklı: 2000’deki Başkanlık seçiminde Amerikan demokrasisinin aldığı zarar 11 Eylül olayı Enron ve WorldCom skandalları Irak ve Afganistan’da yürütülen savaşlar Korku politikası kartını oynayan Bush’un ikinci kez başkan seçilmesi Ebu Garib ve Guantanamo’daki işkenceler Terörle mücadele kapsamında izleme ve dinleme yetkilerini genişleten “Patriot Act” adlı iç güvenlik yasası Katrina fırtınası ve sonrasındaki dram Ekonomik yıkım İlk siyahi Başkan’ın seçilmesiyle aşırı sağın yaşadığı travma ve bunun tetiklediği ırkçı kampanya Obama’nın sağlık reformu yasasını engelleme girişimleri, sosyalistlik iddiası ve “Tea Party” hareketiyle karşı travmaya sürüklenen Amerikan solu... Bütün bunların, Amerikan toplumunda yerleşik bir inancı, “Amerikan Ayrıcalığı” (American exceptionalism) fikrinin yıkımına neden olduğunu belirtiyor Stan. “Yaratıcılık ve çok çalışma gibi Tanrı vergisi faziletlere sahip her Amerikalının, gelişmiş demokrasiyle bezenmiş ülkesinde, diğer insanlardan daha üstün bir durumda olduğu fikrinin” sarsıntıya uğradığını söylüyor. Bu gelişmelerin sonucunda, toplum, ulusal kimlik bunalımına giriyor ve yaşanan travmaya doğal tepki olarak öfke krizleri gündeme geliyor. *** Amerika’nın bu sarsıcı 10 yıllık sürecinin yarısını New York’ta bizzat yaşadım. “Amerikan Ayrıcalığı” düşüncesinin nasıl çöktüğüne ve toplumsal kesimler arasındaki kavganın nasıl şiddetlendiğine tanık oldum. 2000’li yıllarda Türkiye’de olanlara bakınca, bugün Türk halkının da Amerika gibi TSSB hastalığına yakalanmış olduğunu söylemek olanaklı... Gerçi Türkiye’de hiçbir zaman Amerika’daki gibi bir Ardı ardına gelen şoklar bunlarla da sınırlı kalmadı. Hakkını aradığı için sokaklarda polislerce dövülüp, üzerlerine gaz bombaları atılan işçiler, aldığı aylık 31 lira zamla yaşamaya çalışan memurlar ve umudunu yitiren işsiz milyonlar, son 8 yılın unutulmaz dramlarını yaşattı Türk halkına... ZÜLAL KALKANDELEN “ayrıcalık” düşüncesi var olmadı. Türk halkı, hiçbir zaman ülkesinin diğer ülkelere göre her açıdan üstün olduğuna inanmış da değildi... Ama burada başka bir büyük yıkım vardı: Türkiye’de birlik, beraberlik düşüncesi, bir arada yaşama kültürü sarsıldı; etnik kimliğe göre ayrışma görülmedik şekilde ortaya çıktı. Bir ülkeyi ulus yapan değerlerin çevresinde oluşan bütünlük zarar gördü. İçi boş çıkan açılımlar, toplumda derin bir hayal kırıklığı yaratırken, artan terörist saldırılar güvenlik duygusunu yerle bir etti. Laikliğe karşı odak olduğu Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla saptanan bir iktidarın yönetiminde endişeler arttı. *** Bugünlerde kiminle konuşsanız, ülkede huzur ve barış içinde yaşama umudunun yok olduğunu söylüyor. Türkiye, bu büyük toplumsal travmaların etkisiyle ciddi bir stres bozukluğu yaşıyor... Yeni yıla umutla başlamak isterdim ama uzmanların söylediğine göre, psikolojide bu hastalığın tedavisinde ilk aşama, sorunun varlığını kabul edip, ona neden olan düşünceleri belirlemek. Önerilen terapide, yeniden dengeyi sağlayacak normal bir düşünce sistemi hayata geçirilmeye çalışılıyor. Türkiye’nin yapması gereken de bu... Normalleşmenin sağlanması için, travmayı yaratan sorunları açıkça ve sakin bir şekilde konuşmak gerekiyor. Terapistlik görevi de herhalde deneyimli akil adamlara düşecek... G www.zulalkalkandelen.com / kzulal@yahoo.com C M Y B C MY B