Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
12 NİSAN 2009 / SAYI 1203 5 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Peygamberler de insan! DENİZ YAVAŞOĞULLARI ünyanın Sonu Gelmeyecek, Selçuk Erez’in üçüncü romanı. İç Karadeniz’in bir köyünde doğan Hasan adlı karakterin, yavaş yavaş peygamberleşmesini anlatıyor. Roman, bizi modern zamanda, Kuledibi’nde bakkallık yapan bir peygamberin öyküsüyle karşı karşıya getiriyor. Beş yıllık bir emeğin ürünü. Romanın konusu kadar, kurgusu ve yazım süreci de ilginç. Erez’le romanı hakkında konuştuk... Roman yazma süreciniz nasıl başladı? 20 yıldır köşe yazıyorum. Hikâye de yazıyordum, ardından roman yazmak istedim. İlk romanım “Makriköy’e Dönüş”te, büyükbabam ve büyükannemin hikâyelerini yazdım, ikinci romanım “Garo Dayı”da ise Sarıyer’de yaşamış, halen de yaşayan Ermeni bir balıkçının hayatını anlattım. Bunlar yaşamış insanların gerçek hayatlarından çıkarılmış romanlardı. “Dünyanın Sonu Gelmeyecek” ise tamamen kurmaca... Evet, bir de kurmaca roman yazmak istedim. Son yıllarda hem yurtdışında, hem de Türkiye’de çok fazla, konusu birbirine benzeyen roman yayınlandı. Biri çatı arasında bir şey buluyor, o bulduğu şey, onu bir hikâyeye götürüyor... Hiç yazılmamış bir konu aradım ve buldum; “Bir adam peygamberleşirken neler yaşar?” Birçok din kitabı bunu anlatıyor ama kişinin iç âlemini anlatmıyor. Ben bu açıdan baktım. İç Karadeniz’de bir köyde, Hasan diye bir çocuk doğuyor. Bu çocuk özel, bunu kendinden önceki altı kardeşinin ölmesinden anlıyoruz. Birkaç yıl sonra olağandışı bir şey daha oluyor; bir kuduz köpek, köye geliyor, Hasan’la karşılaşıyor ama onu ısırmayıp yanından uzaklaşıyor ve bir başkasını ısırıyor. D çıraklık yaptığı döneme döndüm, karşılaştığı bir kadınla aşk yaşattım. Kızla ilk buluşmalarında sinemaya gidiyorlar, ardından muhallebi yiyorlardı. Kitabı evimin karşısındaki bekçi Ahmet Akbıyık’a da okudum. O da Hasan Efendi ve sevgilisinin fakir olduklarından dolayı muhallebi yiyemeyeceklerini söyledi. “Simit alsınlar, bir de kız İstanbul’a Hasan’dan önce gelmiş, daha tecrübeli. Sinemada Hasan ağlasın, kız teselli etsin” dedi. Romanda, Hasan ve kız eve de gidiyorlar, Hasan evde kıza açılıyordu. Ahmet Akbıyık onun için de “Yok” dedi “oğlan bir şey söyleyemez utanır, kız söylesin.” “Tamam, peki oğlan ne yapar?” dedim, “kızarır bozarır” dedi. Ahmet Akbıyık bana hakikatı anlattı, gerçekte nasıl olacağını. Ben sabaha kadar otursam, kendimi Hasan’ın yerine koysam bunu çıkaramazdım. Güvende miyiz? ATAOL BEHRAMOĞLU ergimizin giriş sayfasında bu hafta işlenecek konuyu öğrendiğimde Pazar Söyleşileri için başka bir konu aramama gerek kalmadı ve başlık kendiliğinden oluştu: Güvende miyiz? Kavramı neresinden, hangi açıdan, hangi bakımdan irdelemeli? Öncelikle en yakın, en güncel anlamından yola çıkalım: Yaşadığımız evde, yaşadığımız kentte, yaşadığımız ülkede güvende miyiz? D PEKİ YA SONRA? Bu şekilde değiştirdiğiniz başka bölümler var mı, kaç kişinin görüşünü aldınız? Yaklaşık 30 kişinin. Firuzan ise “Peygamber dediğinin doğumu görkemli olmalı” dedi. Ben de ona uygun mitolojik bir giriş yaptım. Güzel oldu ama diğer bölümlerle bağdaşmadı. Sonra devreye bir film yapımcısı soktum. Bu mitolojik kısmı; Hasan’ın ölümünden sonra hayatını film yapmak isteyen bu şirketin köye giderek oralılardan doğumunu efsaneleşmiş bir şekilde dinlemeleri olarak bağladım. “Peki sonra? Başında şirket gidiyor efsaneyi dinliyor, sonra normal yaşam mı devam ediyor, olmaz ki!” diye düşündüğüm vakitte de aklıma Mario Vargas Llosa diye bir yazar geldi. Bu adam pembe dizi yazarlarını, çok satıyor, her yazdıkları televizyonda yayınlanıyor diye çok kıskanıyormuş, özellikle de neredeyse tüm dizilerin yazarı olan yaşlı birini. Televizyonlardan birine gitmiş, “utanmıyor musunuz, böyle pespaye şeyler yayınlamaya? Benim gibi yazarları çağırın en azından biraz düzelttirin” demiş, “tamam, sen gel düzelt” demişler. O da gitmiş, ama bir süre sonra tiraj düştüğü için işine son vermişler. Tabii bu iyice kıskanmış, utanmasa pembe dizi yazacak! Ancak o sırada bu yaşlı dizi yazarı bunamaya başlamış. Yazdığı dizilerde bir karakterin sevgilisi, ertesi gün babası oluveriyor, başka bir karakter tamamen ortadan kayboluyor! Olay anlaşıldıktan sonra, dizilere son verilmiş. Bizim yazarsa bu adamın hayatını romanlaştırmaya karar vermiş. Ama kitabın kurgusunu, yazarın hayatının yanı sıra, onun ağzındanmış gibi yazdığı ve adamın bunama süreciyle birlikte git gide saçmalayan bir pembe diziyle bir arada götürerek oluşturmuş. Ben de, bir bakıma bu yöntemden yararlandım. G *** Sözü edilen mekânlardan her biri ötekiyle ve hepsi birbiriyle ilgili. Ülkede güvenlikte değilsek, kentimizde ya da evimizde güvende olabilir miyiz? Ya da tersinden soralım: Evinizde güvenliğinizi sağlayacak önlemleri alsanız bile, güvenli olmayan bir kentte ve ülkede bu ne kadar işe yarayacaktır? Toplumcu düşünce iliklerine işlemiş biri olarak, hiçbir konuda bireysel çözüm bana yeterli görünmüyor. Güvende olmak konusunda da düşündüğüm aynı şey. *** Bir savaş olasılığı karşısında evinizde yiyecekiçecek stokladığınızı düşünelim. Ya da deprem olasılığına karşı binanızı sağlamlaştırdınız. Fakat eğer komşunuz aynı önlemleri almamışsa, onlar açken siz karnınızı gönül rahatlığıyla doyurabilecek misiniz? Ya da depreme karşı aynı önlemi almamış ya da alamamış komşunuzun evinin sizinkinin üstüne yıkılmasını engelleyecek bir önleminiz var mı? Ne ilgisi var demeyin. Herhangi bir konuda kişisel önlem alınmasına kuşkusuz ki itirazım olamaz. Fakat bu kötülük ya da felaket toplumsalsa, kişisel önlem yeterli değildir. Giderek sizi bireyselliğe, bireyciliğe de yöneltecektir. Öyleyse, önlemler de toplumsal olmalı, bütün toplumu kapsamalıdır. *** Kapitalizmin esası bireysel tüketimin kışkırtılmasıdır. Kapitalizm ortaklaşmacılığı, paylaşımcılığı sevmez. Çünkü o zaman kâr edemez. Oysa tüketim ekonomisinin, her bireyin kendini dünyanın merkezine koyduğu bir tüketicibirey olma aldatısının dünyayı getirdiği yer, topluca bir iflasın, toplu bir tükenişin eşiğidir. Gezegenimizin kaynakları bu bireysel tüketim hovardalığına artık isyan ediyor. *** Diyeceksiniz ki bütün bunların güvenlik önlemleriyle ne ilgisi var? Güven duygusunu yitirdiğimiz bir dünyada ya da ülkede kişisel güvenlik önlemleri almamızın ne gibi bir sakıncası olabilir? Bence de hiçbir sakıncası olmaz. Fakat tüketim toplumu ahlakının tuzağına düşmeksizin ve yine aynı ahlâkın bu amaçla kışkırttığı bir “paranoya”ya kapılmaksızın... *** Güvende olmak konusuna bir de felsefi açıdan bakalım... Evrende yapayalnız; ne zaman sona ereceği belirsiz, ama eninde sonunda sona ermesi kaçınılmaz yaşamını sürdürmekte olan bu gezegende güvende miyiz? Ya da, ölümle sona ermesi kaçınılmaz kişisel yaşamlarımızda hangi “güven”den söz ediyoruz?.. Güvende değiliz, hayır! Tersine, var oluşumuzun kendisiyle ilgili hiçbir güvenimiz yok. Bu konuda tek güvencemiz, bireysel yok oluş yazgısı karşısında tek dayanağımız, bütün insanlığın ortak yazgısının bir parçası olduğumuza ilişkin bir bilinç olabilir... Eğer bunu gerçekten duyumsayabilirsek ve gezegenimizi bir kardeş evine çevirebilirsek, hem bireysel, hem toplumsal, hem felsefi anlamda bir “güven duygusu”ndan belki söz edebiliriz... G ataolb@cumhuriyet.com.tr Selçuk Erez, üçüncü romanında tamamen kurmacaya yöneliyor. “Dünyanın Sonu Gelmeyecek”te yavaş yavaş peygamberleşen Hasan Efendi’nin, hayatını ve iç dünyasını anlatıyor. Ancak bu peygamber, yakın tarihte yaşamış, Kuledibi’nde bakkal işletmiş bir peygamber! Erez’in yazım süreci de en az romanının konusu kadar ilginç... PARLAK FİKİRLER... Ancak Hasan kendi sıra dışılığından ara sıra şüpheleniyor, yani peygamber olarak görmüyor kendini... Tabii, zaten sonrasında “Tanrı bu çocuğu gerçekten kolluyor mu, yoksa bu çocuğun büyümesine izin verip, ailesine daha büyük bir ceza vermek için ölümünü çok feci bir sonla mı gerçekleştirecek?” sorusuyla karşılaşıyoruz. Bir yandan da Hasan’ın anne ve babasının bugüne kadar bütün çocuklarını kaybetmeleri, akla onların işledikleri büyük bir günahın cezasını çektiklerini getiriyor. Ancak bu günah bilinmiyor, tabii bazı söylentiler var. Hasan 12 yaşında İstanbul’a gidiyor. Üç bakkalda çıraklık yapıyor, askere gidip dönüyor ve İstanbul’a yerleşip, Kuledibi’nde bir bakkal açıyor. Mahalleliler Hasan’ı sevmeye, problemlerini ona danışmaya başlıyorlar, zamanla bir cemaat oluşuyor. Böylece Hasan’ın içi rahat ediyor, Tanrı’nın onu sevdiği için yaşattığına inanıyor. Bakkalına gidip gelen Derya diye bir kadınla evleniyor. Tanrı’nın yolladığı parlak fikirleri bir yandan cemaate aktarırken bir yandan da, karısına dikte ettiriyor, kâğıda geçirmeye başlıyor. Ama evlendiği kadının başkasından olma haylaz bir çocuğu var, o da bu kutsal kitabın sayfalarını çiziyor, resimler yapıyor, koparıyor. Bir süre sonra, bölgede Hasan Efendi’nin şanı şöhreti o kadar yayılıyor ki Belediye Başkanlığı’na aday gösteriliyor... Romanda bir de Hasan’ın hayatını filme çekmek isteyenler var... Ben romanı buraya kadar yazdım. Sonra “iyi bir kurgu nasıl yapılır?” diye araştırmaya başladım. Daha önceleri Haldun Taner ve İngiliz oyun yazarı Arnold Wesker’e sormuştum bu soruyu; “Mümkün olduğu kadar çok insana sor, bol bol eleştiri al, sonra da ona göre tekrar düzenle” demişlerdi. Siz de insanlara sormaya mı başladınız? Evet, önce Güzide Kılıç’a sordum. “Hasan Efendi öyle tavlanmaz, midesinden tavlanır. Sen Hasan’ı hasta edeceksin, Derya da gelip ona bakacak, yemek yapacak, o şekilde kalbini çalacak” dedi. Bana da mantıklı geldi, aynısını yaptım. Ayrıca, “romanda tek bir kadın olmaz” da dedi, sipariş üzerine bir kadın daha koydum. Hasan’ın TARİHTE BU HAFTA Mevlit okurken ölen gazelhan: Hafız Burhan Tarih, 18 Nisan 1943. Dönemin en önemli ses sanatçılarından Hafız Burhan, Mareşal Fevzi Çakmak’ın kızının mevlidini okumak üzere Ankara’ya gelir. Mevlit okuduğu sırada kalp krizi geçiren Hafız Burhan hayata gözlerini yumar. Henüz 46 yaşındayken trajik bir şekilde hayatını kaybeden Hafız Burhan, özellikle Abdülhak Hamit Tarhan’ın yazdığı Makber şiirini besteleyip yorumlamasıyla meşhur oldu. Asıl adı Burhan Sesyılmaz olan Hafız Burhan, Kocamustafapaşa Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra hanende olarak Muzıkayı Hümayun’a girdi, daha sonra hafız oldu. Müezzinlik ve zakîrlik yapan ünlü gazelhan günün moda şarkılarını yorumlayarak çok sayıda plak doldurdu. İstanbul Radyosu’na çıktığında, sesinin şiddetinden mikrofonları patlatan Hafız Burhan’ın İstanbul camilerinde okuduğu ezanları çok uzak mesafelerden bile duyulurdu. Ne klasik müzik ne de şan tekniği konusunda ciddi bir eğitim almamış olan Hafız Burhan, sesiyle hâlâ dinleyenleri kendine hayran bırakıyor. 12 Nisan 1961: Yuri Gagarin uzaya çıkan ilk insan oldu. Sovyet VostokI ile uzaya giden Gagarin, uzayda 108 dakika kaldı. 1969: Günümüzde Atatürk Kültür Merkezi adıyla bilinen İstanbul Kültür Sarayı, Aida Operası ve Çeşmebaşı Balesi ile hizmete girdi. AKM o dönemde dünyanın en büyük dördüncü sanat merkeziydi. 1991: Birinci Körfez Savaşı resmen sona erdi. üzerine Erbakan hakkında DGM, Ankara Cumhuriyet ve Yargıtay başsavcılıkları üç ayrı soruşturma açtı. 14 Nisan 1992: Başbakan Turgut Özal’a silahlı saldırıda bulunan ve 20 yıl hapis cezasına çarptırılan Kartal Demirağ, Özal tarafından affedilerek şartlı tahliyeden yararlanıp serbest bırakıldı. 2007: Tandoğan Meydanı’nda 14 Nisan Cumhuriyet Mitingi gerçekleştirildi. Taşçıoğlu, “Denize çıplak girmek isteyen turist Türkiye’ye gelmesin” dedi. 1999: Harvard Üniversitesi, Tansu Çiller’e fahri doktorluk verilmediğini açıkladı. 17 Nisan 1941: Merkez Bankası’nın yurtdışında bastırdığı 100 liralık ve 50 kuruşluk banknotları taşıyan İngiliz kargo gemisi “Yorkshire” Alman uçaklarının bombardımanı sonucu Pire Limanı`ndayken battı. Banknotlar denize saçıldı. 1978: Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu ve üç yakını, postayla gönderilen bombalı paketin patlaması sonucu öldü. Olaydan sonra 700 işyeri tahrip edildi. 15 Nisan 1929: İstanbul’da terzilik mektebi açıldı. 1931: Atatürk’ün direktifleriyle 16 üye tarafından Türk Tarih Kurumu (Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti) kuruldu. 1970: Japonlar ilk elektronik hesap makinesini üretti. 13 Nisan 1994: Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan partisinin grup toplantısında, “RP düzenine geçiş, tatlı mı olacak, kanlı mı olacak? Biz diyoruz ki bu geçişi tatlı yapalım” ifadesini kullandı. Bunun 16 Nisan 1984: Kültür ve Turizm Bakanı Mükerrem 1974: İtalya’da Kızıl Tugaylar örgütü savcı Mario Sossi’yi kaçırdı. Hazırlayan: ALİ SELİM EMEÇ C M Y B C MY B 18 Nisan