Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
6 PAZAR YAZILARI 27 ARALIK 2009 / SAYI 1240 Redd uyumsuzluk sendromunun yansımalarını ve ruhsal kaçışları müziğinde yaşatıyor. Onların yeniyi keşfetmek gibi bir dertleri yok, çünkü unuttuklarımızın peşinden gidiyorlar. Depolitize olma, tekleştirilme, sisteme hizmet eder duruma getirilmenin zorluklarına çarpıyorlar. Ama müzik dinleyenin ve yaratanındır, onu iletenin değil. Farkındalar... Giyim kuşam... ADNAN BİNYAZAR urullah Ataç, giyim kuşamı topluma saygının göstergesi sayardı. Bıyıktan sakaldan da hoşlanmazdı. Yaşasaydı da, bıyığın ideolojik simge olacak denli değer bulduğu o kanlı günleri görseydi... Daha da beteri; o günlerin nice bıyıklısının günümüzde dönekliğiyle ünlendiğini... Uygarlığın gelişim aşamasında giyim kuşam kültürü, örtünme gereksiniminden doğmuştur. İnsan korunmak için yaprakları biçimlendirip örtünmüş, etini yediği hayvanın postuna bürünüp örtünmüş. Konumuna göre, giyinmeye gereksinim duymayan toplumlar da var, yarı giyimli yarı çıplak olan da, sabah giydiğini akşam giymeyen varsıllar da... Giyim kuşam, gelişmiş toplumlarda gereksinim dönemini aşınca, gösterişin ve görkemin, tantanalı yaşamanın simgesi olmuştur. Abartılı giyimler böylece saygı nesnesi olmaktan çıkıp, toplumsal bağlamda saygısızlığın göstergesine dönüşmüştür. Bir ailenin bir yıl boyunca giyime yatırdığı miktara denk düşecek pahada giysilere bürünen bir süs bebeğinin, toplum saygısından söz edilebilir mi?.. Bir uçta ucuz ekmek bulurum diye fırın fırın dolaşan aç çoğunluk, öbür uçta görkemli giysileriyle ortalarda vızıldayan kör arılar... İşi giyim sapkınlığına vardıranlar mutlu sanılır. Oysa çoğunun gözü, şaşkın periskoplar gibi, onun bunun bakışında övgü avına çıkar. Onun için, beğenilme duygusunun yolları hep çıkmaz sokaklarla tıkanır. Çevrelerinde sanal hayranlar türese de, gösteriş düşkünlerini beğenmeyen, beğenenden çoktur. İçten içe onlarla nasıl alay edildiğini, giysileriyle tavus kuşu gibi kanat kabartıp göz dilenciliği yapanların dışında herkes görüyor. Divanü LugatitTürk’te geçen, “Kişinin değeri içinde, hayvanınki dışındadır,” türü sözlerin bilincine ermeyenlerin gözü içlerinde değil, dışlarındadır çünkü. Giyim, adamı soylu da gösterir, maskara da eder; Molière’in Kibarlık Budalası’nda, gösterişli giysilere bürünen M. Jourdain’in soylu görünmek isterken nasıl maskaralaştığını bilmeyen yoktur. Othello’da geçen şu söz, elli yıldır belleğimde çakılıdır: “Yaşayıp durduğun alçaklıkta öyle şatafatlı elbise giyip böbürlenme, kibir ve gurur bütün saltanatları devirir, alçakgönüllü ol, köhne cüppeni üstüne çek.” Şu dize de onun özdeşi: “Gel ha gönül havalanma, engin ol gönül, engin ol...” Konu giyim ise, Ziya Paşa’nın şu ikiliği hep söylenir: “Mayası bozuğa soyluluk verir mi hiç üniforma / Altın sırmalı palan vursan sırtına, eşek yine eşektir.” Bunca sorun arasında gösteriş düşkünlüğü nerden düştü aklıma? Bir aydır Berlin’deyim. Bakılmasa da görülüyor; sıradan bir pizzacıda, kadınlı erkekli bir şarkıcı ya da oyuncu topluluğuyla karşılaşabiliyorsunuz; aralarında ne kahkaha çılgınları, ne allı güllü gösteriş budalaları... Az ötenizde birasını yudumlayan, Nobelli bir fizik, tıp, kimya bilginini görebilirsiniz; ya da o akşam yöneteceği konserin notaları belleğinde uçuşan bir orkestra şefini... Gösteriş, hoşgörünün düşmandır. Hoşgörüye ermiş bir toplumun şoförü bile başka... Devenin civcive yol verdiği görülmüş mü; oysa yol hakkı çocuk arabasının ise, iki katlı otobüs bekliyor, o geçtikten sonra hareket ediyor... G N Akıntıya karşı Redd ALİ DENİZ USLU edd gerçek bir rock grubu; tavırlı, taraflı, durduğu yeri bilen, sözünü esirgemeyen. İşte başta bu ve benzer nedenlerden ötürü medyanın uzağındalar. Ama onları dinlemek için medyaya gerek yok. Tanımak için ise neden çok fazla. İlk albümlerinin çıkış parçasıyla dikkatleri çekmişlerdi; “mutlu olmak için, sevmek için, görme, işitme” acı ama ironikti. Hatta trajediyi tam kalbinden vurmaktı yaptıkları. Daha sonra “Kirli Suyunda Parıltılar”, “Artık Melek Değilim”, “Boşver”, “Hâlâ Aşk Var Mı?”, “Sen Kendinde Ol Yeter”, “Dünya”, “Falan Filan”, “Senden Sonra”, Bülent Ortaçgil’in enfes “Çığlık Çığlığa” uyarlamasıyla zihinleri bulandırmaya devam ettiler. Uyumsuzluk sendromunun yansıması ve ruhsal bir kaçışı müziklerinde yaşatıyor bu grup. Yeniyi keşfetmek gibi bir dertleri yok, çünkü unuttuklarımızın peşine gidiyorlar. Ama depolitize olma mirasımız, bazı şeyleri keşfetmeyi de zorlaştırıyor. Zaten aynılaştırılmanın ayyuka çıktığı şu günlerde sanatsal ve kültürel tüm politikalar ya sermayenin ya da siyasi erkin dümen R suyundan gidiyor. Müzik sektörü de sahte muhalifler, popüler zırvalar ve güzel kadınlı klipler pazarından öte değil. Türkiye’de müziğin sahibi olanlardan çok müziği iletenler müziğin sahibi gibi davranıyor. Bu da garip bir rekabet yaratıyor. Yani futboldaki fanatizmin hayaleti burada da baskın. Buna tepkilerimizin törpülenmesi de eklenince yalnızca seyirlik işlerle yetinmemiz kaçınılmaz. Redd, tüm bu cümbüşte gerçek hikâyeler anlatmaya çalışan kendine özgü bir grup. Seyircisiyle de mesafeli. Görünür olmaktan uzak, hayatın içinde ve bir o kadar da sınırında. Son albümleri “21” ise özel bir anlatıma sahip. Bu arada “21” bir rakam değil, bir kahramanın ismi, hatta dünyadaki yaşam sırasına bir gönderme. Grubun dördüncü stüdyo albümü “21”, dört bölüm, 21 şarkı ve 74 dakikalık süresiyle adeta müzikal bir roman. Derdi tekleştirme, aynılaştırma, kişinin bireysel özelliklerini kaybedip sistemin bir parçası olması haline bir vurgu yapmaktı, yaptı da. Elbette anlayana... Hayatımızdaki sınırları belirlenmiş seremonilere eleştirileri yerindeydi. Şimdi de müzik sosyolojisi üzerine biraz ahkâm keselim. Zaten müzik doğası gereği toplumsal değişimi takip etmek için doğal bir test aracı. Müziğin matematiği kadar söylemi de toplumsal değişimle iç içe. Müziğin, “toplu bir uyuşturma ve histeri yaratma katalizörü” olmaktan farklı olarak, daha derin alt metinlere sahip olduğunun bilincine varmanın, geç bir farkındalık olup olmadığının çelişkisiyle sormamız gereken sorular var. POLİTİK ŞARKILAR İngiltere’nin muhalif grubu Chumbawamba ideolojilerini inatla savunan solculardan kurulu. Söylemleri yüzünden bir dönem sayısız polis baskınına maruz kalmıştı. Şimdi ise dünyanın her yerinde konserler verip savaş karşıtı şarkılarını söylüyorlar. Grup üyeleri Jude Abbot ve Boff Whalley bundan yıllar önce İstanbul’a geldiklerinde bir söyleşimizde, politikaları ve savaşları eleştirmek müzik ile birleşince bazıları için neden bu kadar korkutucu sorusuna “İnsanların içinde bulunduğu kültürler bunu belirliyor. Britanya’da da insanlar bu konuda çok dikkatli. Düşüncelerini sanatlarına karıştırmamaya çalışıyorlar. Biz politik söylemimizle bazılarına göre geri kafalıyız. Çünkü savaş karşıtlığından ve faşizmden bahsediyoruz. Bu yüzden de bizi, düğünde istenmeyen akrabalar gibi görüyorlar. İngiltere’de müzik gruplarının politik içerikli şarkılar söylemekten çekinmelerinin temel sebebi de medyanın onları dışlaması ve görmezden gelmesi, haber dahi yapmamaları” yanıtını vermişlerdi. Sanırım yeterince açık. John Lennon ve The Beatles’ı ayıran fark da burada yatıyor. Bizde de hayatla derdi olan, sol görüşlü, eleştiren, anlamlandırmaya çalışan müzik grupları sistemin dışında tutuluyor. Klipleri televizyonlardan çekiliyor, hatta sokulmuyor. Redd’in son günlerde yaşadığı tam da bu. Popüler muhalifler söylediklerini bir bir yutuyor, sistemin daha içinde görünür olabilmek için yamanıyorlar. Bize de buradan malzeme çıkıyor. Artık seçmek için alternatifler dahi bizim adımıza belirlenenlerden yapıldığı için farklı olana ne imkân ne de tahammül var. Tarihi boyunca birçok dönemde Rusya’nın baskısı altında yaşayan Polonya’nın bağımsızlığa kavuşmasından sonra cumhurbaşkanlığına getirilen Paderevski’ye bir gazeteci şöyle sormuş: Ruslara dost mu, yoksa kardeş gözüyle mi bakıyorsunuz? “Kardeş gözüyle tabii! İnsan dostunu kendisi seçer!” G Yeni başlangıçlar AYLİN KOTİL Y binyazar@gmail.com aylin@kotil.web.tr C M Y B C MY B eni bir yıla girerken, ümitlenmek isteriz. Hayal kurup gerçekleşmesini bekleriz. Çok insana dair bir durum bu. Yenilenemezsek yaşayamayız çünkü. Ancak yenilenmek isterken, bunu nedense sihirli bir değnekten bekleriz. Bu yüzden son yıllarda sır adındaki kitaplar çok satıyor. Ben bir şey yapmayayım ve hayatım değişsin... Oysa evren hareketi alkışlıyor, düşünceyi değil. Peki nedir bizi hareket etmekten alıkoyan? Hata yaparım düşüncesi... Hata yapmaktan o kadar çok korkuyoruz ki, bu bizim hareket etmemizi engelliyor. Hata yapmak bize o kadar kötü bir şeymiş gibi öğretildi ki, kendimizi bile sevmiyoruz hata yaptığımızda. Böylece hareket etmeden hata yaparım korkusuyla oturup bekliyoruz. Adına şans dediğimizin gelip bizi bulması için. Hata yapsak ne olur? Risk alsak? En kötüsü hata yapmış oluruz. hata yapmayayım diye o kadar çok düşüncede kalırız ki, hareket edemez verimli olamayız. Çünkü hata yapar mıyım diye düşündüğümüz sürece risk alamayız. Bazen yapacağımız hareket çılgınca gelebilir. Bu sefer de onu yapmaktan korkarız. Oysa hayatımızda çılgınca bir şey yapmak da bir tecrübedir. Çılgınca fikirlerden, çılgınca hareketlerden korktuk. Spielberg çılgınlık yapmaktan korksaydı, bugün bizler “Jurrasic Park”ı seyretmiş olamayacaktık. Ya da Nelson Mandela diye biri olmayacaktı. Ben bu yeni yıl için hareketi hayatıma sokmayı hedefledim. Size tavsiyem, yeni yıl için kendinize hedef koyun. Ve o hedefin gerçekleşmesi için gidilecek yollar belirleyin. Dahası buna inanın. Sır burda başlıyor bence. Hareket etmeden, enerji koymadan sırlar gerçek olmuyor. Sonra aklıma çılgınca bir şey geliyorsa hedefime ulaşmak için onu da yapacağım. Hayatımızı hareketlendirmek bize düşüyor, hele bizim gibi ülkelerde... Hepinize yenilikler dolu ve hareketli bir yıl diliyorum. G