23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

1 HAZİRAN 2008 / SAYI 1158 3 Mahallede ilerlerken çıkıyor karşımıza tersane işçilerinin eşleri. Sevgi’nin kocası 30 yıldır tersane işçisi. Her kaza haberinde telefona sarıldığını anlatıyor. Diğeri atılıyor: “Eşim iki gün önce kaza geçirdi, sac yüzünü kesmiş, ancak yapacak şey yok, yine de çalışmaya gidiyor”. Erkeklerin yokluğundan yakındığı dayanışma kadınlar arasında var, Sevgi birinin derdinin hepsinin derdi olduğunu söylüyor. Kocalarını kazada kaybetmek kadar, tersanelerin kapanmasından, işsizlikten de korkuyorlar. 20 yıllık işçi Ali Rıza’yı iş yorgunluğunu atmak için evinin önünde otururken yakalıyoruz. Tersanede çalışmak onun için aile mesleği. “En son yapılacak iştir tersanede çalışmak” diyor, “eskiden ekmek aslanın ağzındaydı, şimdi midesinde. Onu almak için tersaneden başka şansımız yok. Az bulduk az yiyoruz, çok bulduk çok yiyoruz. İki ay iş beklediğim de oluyor. Tüpü dolduracak paramız olmadığı için semaverde yemek pişirdiğimi bilirim”. Önünde yün döven eşi, onun için kaygılı, ama “nüfus kalabalık, geçim zor”. Etrafımızı çeviren çocuklar “Bana sorun, benim babam tersane işçisi” çığlıkları atıyorlar, “Biz de babalarımız için endişe ediyoruz. Haberleri izliyoruz. Bir şeyler duyarsak hemen annemize söylüyoruz” diyor biri. “Aşağı mahallede bir tanıdığımız kaza geçirmişti, onlara geçmiş olsuna gittik”, “Benim babam da bir keresinde kaza geçirdi, ayağı kırıldı”, “Buralara, ölümleri engelleyin, diye afiş asıyorlar bazen, ama polis görürse asanları dövüyor, zaten ölümler de durmuyor”… Erken büyümek zorunda kalan çocuk çığlıkları bunlar… Mahallerde suskunluk, öfke, korku hâkim, umutsa çok az... Limiterİş Sendikası’nın iş cinayetlerini durdurmak için 16 Haziran’da aldığı grev kararının bir şeyleri değiştirmesi umuduyla mahalleden ayrılıyoruz. G ° ° Bu, mahalledeki tek bekar evi değil, karşılarında Urfalılar kalıyor, yanlarında Samsunlular... Yeni durağımız mahalle kahvesi. Okey taşlarının sesi arasında hemen hepsi Babalarını bekleyen çocuklar. tersane işçisi olan erkeklerle konuşmaya çalışıyoruz, ama korkuyorlar; “Haberlerde çıkarsak işimizden atılırız”, “Ne çektiğimizi herkes biliyor, bildiğinizi yazın”… Yaşlıların dilleri daha sivri, ölümleri görmekten yorulmuşlar; “Bakan, tersanelerde yaşananlar dış mihrapların işi demiş ya, gelsin bunu burada söylesin”, “Tersaneleri kapatacaklarına ölümleri durdursunlar”... Mustafa, 12 yıldır tersanelerde çalışıyor. Ona göre, en büyük sorun taşeron sistemi. “Çünkü” diyor, “işçi kendini taşeronda çalışırken pasif hissediyor, işi yetiştirmek için önlem almayı ikinci plana itiyor. Milletvekilleri kendilerine süper emeklilik şartları yaratıyorlar, ama taşeronlarda çalıştığımız için bizim emekli olmamız bir hayal”. BİR ANNENİN ÇIĞLIĞI Adım Emine Bektaş. Oğlum Ekrem’i 2005’te tersanedeki bir patlamada kaybettim. 32 yaşındaydı. Sabah yolladık, akşama dönmedi. Akşam altıyedi gibi komşular aradılar, televizyonda görmüşler, onlardan öğrendik haberi. Kaynakçıydı, patlamada ölmüş. Tazminat filan veren olmadı, dört senedir mahkeme sürüyor, henüz bir şey çıkmadı. Emekli olmasına altı ay kalmıştı. İki kızı bir oğlu vardı, onlar şimdi bizimle yaşıyorlar... Bir emekli maaşı ile geçiniyoruz, peynir getiriyorsak sofraya, zeytin getiremiyoruz. Küçük oğlum da tersanede çalışıyor. Kapıyı çekip gitti mi gelene kadar tetikte bekliyoruz. İnsan canının güvencesi yok ki… Bir kere yaşadık, bir kere daha yaşamayı kaldıramam… Biz tersaneleri kapatmak istemiyoruz, ekmekle oynamıyoruz, düzelsin istiyoruz. Can alıp ekmek verilir mi? G Herkes suskun, çünkü konuşurlarsa işten atılacaklarından korkuyorlar. Kadınlar, eşlerinin, oğullarının tersaneden dönmesini bekliyorlar... Sarhoş mezarcılar Selçuk Erez Güneş, yabani armut ağacının dallarını kavuruyordu... Mezarcılar, bitkin ve ter içinde yürüyor, tahta bir sedye üstünde taşıdıkları ölüyü de beraberlerinde sürüklüyorlardı. Yalınayak, sefil kılıklı, körkütük sarhoş olan bu iki mezarcı, ceplerinde rakı şişeleri olduğu halde sağa sola yalpalayarak ilerliyor, mezarlığa yaklaşıyorlardı.* Yahu “Bunu alın, mezara götürün, gömün” dediler, iyi de para verdiler ama arkasından gelen yok! Gelseler yolda rakı alabilir miydik, yarı yolda oturup böyle çekebilir miydik kafayı? Sence neden gelmiyorlar? Bu kadını sevmiyorlar da ondan... Kadın töre kurbanıymış... Dine, töreye başkaldıranın öldüğünde peşinden gidilir mi? Gidilmez... Ne yapmış? Babasının onu verdiği adamın evinden üç defa kaçmış... Neden? Bu kız, okuldayken çok güzelmiş, 19 Mayıs’ta bayrağı hep ona taşıtırlarmış... Sonra örtünmezmiş, başı açık gezermiş.. Yok ya.. Ağabeyinden çok dayak yemiş bu yüzden.. Bu köyde çok yakışıklı bir Mustafa vardı ya.. Kız ona âşıkmış.. Mustafa öldükten sonra onu isteyen çok olmuş ama o kimseye varmamış.. Nihayet komşu köydeki Hacı Ağa’nın oğlu istetmiş onu.. Arap Salih mi? Evet.. Ailesi bu sefer kızı zorlayıp Hacı Ağalara vermeye karar vermiş.. Neden? Ağalar başlık parası olarak onlara on iki çuval kömür, bir deve yükü de erzak yollamışlar da ondan! Böyle hediyeye her şey verilir yahu; ama kız kaçmış.. Evet, hem de üç kez kaçmış.. “Beni Arap Salih’e verseniz Ankara’ya gider, Mustafa’nın mezarında öldürürüm kendimi” demiş.. Ondan mı işlemişler bu töre cinayetini? Arap Salih delirmiş, “Her türlü eğri yola baş vuracağım, ne yapıp edip bu kızı ele geçireceğim” demiş.. Böyle dini bütün, hali vakti yerinde, makbul, hem de hacı biri kızını ister de kız kaçarsa sonu böyle olur işte! Peki, Hacı Ağaların başına iş açmaz mı bu cinayet? Bir şey olmaz.. Onların buralarda dokunulmazlıkları var.. Bu sırada ölüyü taşıyanlardan arkada olanı, önde gidenin yürüyüşüne ayak uydurmağa çalışıyor; sedyenin önünü, bastığı yeri göremediğinden büzülüyor, gözlerini sağa sola döndürüyordu. Öndekinin daha uzun boylu oluşu ve dikkatsizliği yüzünden beyaz patiskaya sarılı ölü, tahta sedyenin üzerinden kaymağa başlamıştı.* Öndeki arkadakine seslendi: Yoruldum be.. İndir şunu da biraz dinlenelim. Tahta sedyeyi yere bıraktılar, çömeldiler. Bende rakı kalmadı. Senin şişen nasıl? Belki bir kadeh çıkar ama biliyorsun kadehle vermek yasaklandı... Ondan ben içeceğim bunu.. Adı neymiş bu kadının? Demişlerdi ama unuttum.. Sedyenin kenarında yazı var.. Bir bak bakalım neymiş? Ben okuyamıyorum.. Miyobum.. Ulan miyop olmasan da okuyamazdın.. Senin okuman yazman yok ki. Konuşacağına sen oku.. Okur yazar mezarcı yere yatıp yazıyı okumaya çalıştı: Turkey yazıyor.. O, “Made in Turkey” olmalı.. Değil, değil sadece “Turkey”miş. Galiba bunun adı Turkey’miş... Başımız sağ olsun! G erezs@superonline.com İtalik yazılı bölümler, Karadağlı yazar Miodrag Bulatoviç’in “Kırmızı Horoz” adlı romanından (Çev. M. Kıratlı. Varlık Yayını 1967) alındı. Bu Roman 20 yabancı dile çevrilmiş, yazarı 1975’te NN Edebiyat ödülünü almıştır. C M Y B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear