Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
4 25 MAYIS 2008 / SAYI 1157 Ben artık yalan dinlemek istemiyorum Hilal Köse M alatya’daki Zirve Yayınevi çalışanları Necati Aydın, Uğur Yüksel ve Alman uyruklu Tilmann Ekkehart Geske’nin misyoner oldukları için, vahşi bir katliamla öldürülmelerinin üzerinden bir yıl geçti. Ancak, Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde süren davada, cinayetin ardındaki ellerin açığa çıkarılması için somut bir adım atılmadı. Ailelere ve avukatlarına yönelik tehditler ise sürüyor. Babalarının yokluğuna alışmaya çalışan çocuklar bile sokakta diğer çocukların baskılarına maruz kalıyor... Necati Aydın’ın eşi Şemse Aydın, adaletin gerçekleşeceğine olan inancını yitirdiği için artık duruşmalara gitmiyor. Katliam sanıklarının yalanlarını dinlemek, sözlü saldırılarına maruz kalmak istemiyor. En çok da, gerçeklerin peşinde, adalet için susamış yürekler göremediği için üzülüyor. Aydın’ın bir başka beklentisi de, Başbakan’dan gecikmiş de olsa başsağlığı dileği... Bu son yılı nasıl geçirdiniz, neler yaşadınız? O bir yıl gerçekten acı bir kâseydi, çöl gibiydi, ateşten bir gömlekti. Acılarla, zorluklarla ve sıkıntıyla geçti. Çocuklarım için de böyle. Tutkuyla sevildikleri bir ortamdan ayrıldılar, ama yaşamak zorundayız... Çocuklarımı toplumun tepkilerinden sakınamıyorum. Geçenlerde bir öğrenci kızımı görünce “Dikkat Hıristiyan” diye bağırmış. Sanki kötü bir şey ifade edermişçesine. Birkaç kız etrafında toplanıp sormuşlar, “Neden sen bizim inandığımız gibi inanmıyorsun” diye. O kadar sıkıştırılmış hissetti ki kendisini bana yalvardı, “Anne lütfen onlarla konuş bana böyle davranmasınlar” dedi. Ben de öğretmenleriyle konuştum. Bunlar çok üzücü. Şemse Aydın’ın çocukları Ester ve Elişa (sağda). Ortada öldürülen Alman Tilman Ekkehart Geske’nin kızı Miriam. Fotoğraflar: Serkan Yıldız Malatya’dan hemen taşındınız galiba, duruşmalara gidiyor musunuz? Olaydan hemen sonra değil, ama taşındım, 78 ay oldu. Ablamların yanında yaşıyorum İzmit’te... Malatya’ya anmalar ve mahkeme için gittim. Son iki duruşmaya gitmedim, çünkü mahkemenin tarafsız olmadığını, adaletin gereğince uygulanmadığını görüyorum ve katillerin dizdiği yalanları da dinlemek istemiyorum. Ölüm yalanı hazmetmekten daha kolay geliyor... Biz mağdur taraf olduğumuz halde, bilgisayarlarımız, telefonlarımız ince ayrıntısına kadar incelendi ve deşifre edildi. Karşı taraftakilerin, hiçbir şeyi bu kadar deşifre edilmiş değil. Soru sorduğumuzda ise “Niye bu kadar soru soruyorsunuz” diye azar işitiyor avukatlarımız. Yargıdan talebiniz ne? Adil olunmasını bekliyordum, ama bunu göremiyorum. Suçüstü yakalanmış katillerin ve onların arkasındakilerin daha ciddi bir gayretle, daha adalete susamış bir yürekle ortaya çıkarılmasını arzu ediyordum ama hayal kırıklığına uğramış durumdayım. Katliamın gerçek failleri kesinlikle yakalanan kişiler değil... Gerçekleri örtmek için farklı senaryolar çizmeye çalışıyorlar... Ben adaleti sağlasınlar istiyorum... Sizce, cinayetin arkasındaki güçler açığa çıkarılabilir mi? Bunun için önce halkımız yalanı su gibi içmekten, bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın demekten ve böyle bir cinayetin sesli ya da sessiz taraftarı olmaktan vazgeçmeli. İnsanlar ışığa sırtlarını döndükleri sürece aydınlığa çıkamazlar. İnsanlar inançlarını beyan ettikleri için suçlu olamazlar. Hiçbir insan bu yüzden ölümü hak edemez. Türkiye’deki insanlarda bu yönde bir değişim olabilir mi sizce? Toplumsal olarak bir ümidim yok. Toplum hâlâ gerçeği sevmiyor, ne yazık ki. Ama gerçeği sevmeyen, adaleti de sevemeyecek ve suçsuz kanının dökülmesine göz yumacak. Ben, bu insanları seviyorum ve bu yüzden, bu cinayete rağmen hâlâ buradayım, çünkü benim gidecek başka ülkem yok. Böyle bir katliam aklınıza bile gelmezdi sanırım... Şemse Aydın, Hıristiyanlığı yaydıkları gerekçesiyle Malatya’da işkenceyle öldürülen Necati Aydın’ın eşi. Eşinin katillerinin adil yargılanmasını beklerken, katilleri azmettirenlerin derin ve karanlık ilişkilerinin örtülmeye çalışılması, inancını sarstı. Dahası, bu kez çocuklarını, toplumun önyargılarından da korumak zorunda… Her bayramda, Ramazan’da olsun, Kurban’da olsun, Hıristiyanlığın karalanması da böyle bir cinayete zemindi. Ülkemizdeki bu önyargılar, hem Hıristiyanlığın, hem de misyoner kelimesinin, korkunç yalanlarla bir küfür haline getirilmiş olması, öldürülmemiz için bir fermanın verilmiş olduğunu gösteriyor. Ama yine de böyle, Hizbullah tarzı bir cinayet beklemiyordum. Lütfen, canice öldürülen bu üç kişinin suçsuz kanı hatırına, Başbakanımız başta olmak üzere halkımız, İncil’i alıp okusun. İnsan bilmediğine düşman olur. Tehditler sürüyor mu? Koruma verildi mi size? Öyle ne yazık ki... Hâlâ tehdit altındayız. Kiliselere saldırılar sürüyor. Daha yeni bir kilisemize taşlı saldırı oldu, camları indirildi. En son duruşmada, bir polisin oğlunun da bu cinayetin içinde olduğu ortaya çıktı. Emre’nin de (Günaydın) duruşma salonuna getirilirken bir polisle öpüştüğü görüldü. Bu durumda, ne kadar güvende olduğumuzu bilemiyorum. Bize koruma verildi. Bunun için minnettarım, ama böyle sahneler, görüntüler de insanı tedirgin ediyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın cinayet sonrası açıklamalarını da eleştiriyorsunuz... Evet... Başbakanımız, en son Malatya’ya gittiğinde, “Bu halk bunu hak etmiyor” dedi. Bunu söylerken acaba bizim bu cinayeti hak ettiğimizi mi ifade etmek istedi? Acaba sevgili oğlu benim eşimin yerinde olsaydı, inancı için katledilseydi, halka aynı şeyleri söyleyecek miydi? Benim eşim ve kardeşim onun vatandaşlarıydılar. Ve bize dönüp henüz bir başsağlığı dilemedi. Bunu da özlemle bekliyorum, yetimlerimle birlikte... G Hepimiz o apartmanda oturuyoruz... Esra Açıkgöz B abaevi Apartmanı... İktidar, ataerkil sistem, dönüşen şehir, geleneksellik ile modernizm arasında kalmışlık, DoğuBatı karmaşası, din... Bir apartmanla bunca şey nasıl mı anlatılır? Yanıt, Neriman Polat’ın Pi ArtWorks Galerisi’nde 8 Haziran’a kadar sürecek “Babaevi Apt” adlı sergisinde. Yine de sergiyi gezmeden önce Neriman Polat’la yaptığımız röportaj size biraz ipucu verecektir. Hafriyat grubunda yer alan Polat’ın ikinci kişisel sergisi. “Babaevi Apartmanı” sergisinin ortaya çıkış hikâyesi nedir? Babaevi Apartmanı, Silahtarağa’daki bir apartmanın adı. Bu binayı 11. İstanbul Bienali’nde Ceren Oykut ve Selda Asal’la “Sevimli Çocuklar, 2+1” projesini yaptığımız mahallelerden birinde gördüm. O ve bir başka binada gördüğüm “Mülk Allahındır” yazısı bu serginin çıkış noktalarını oluşturdu. Bunlar benim için, Türkiye’de 80’den beri yaşanan dönüşümün sonuçlarını gösteren yüzeyler oldukları için buradan yola çıktım ve tabii ki bunları ataerkilliğin, baba merkezli, iktidar merkezli hayatımızın sokaktaki yansımaları olarak düşündüm. Babaevi, şehir merkezli bir sergi ama iktidar, baba, Allah, birey, aile ilişkileri de serginin merkezinde. Peki siz bu babaevinden çıkabildiniz mi? Hayır, hepimiz o babaevinin içindeyiz ve hep bununla uğraşıyoruz. Çıkmaya çalıştıkça, 1 Mayıs’ta olduğu gibi baba tarafından dayak yiyoruz… Baba kelimesinin hayatımızdaki yansımaları çok; Müslüm Gürses’e de baba dedik, Süleyman Demirel’e de… Baba ihtiyacının, baskısının, şiddetinin hiç bitmediği bir yerde oturuyoruz. Demokratikleşme sürecinden geçmeye başladığımız, ifade özgürlüğümüzü kullanabilmeye başladığımız noktada bu durum değisecektir diye umuyorum. Çalışmalarımda, müdahalenin olabildiğince indirgendiği basit, ama katmanlı bir dil oluşturmaya çalısıyorum. Sergi bu yansıttığı metaforlar dışında, bir İstanbul panoramisini de veriyor. Nereler bu kareler? Teşvikiye’nin bir sokağından Eyüp’teki bir mahalleye, Balat’tan Cankurtaran’a, Kartal’a... Daha çok arka sokaklar, göçün daha yoğun hissedildiği bölgeler. Mimaride karşılaştığımız göstergeler benim için çok ilgi çekici. İşlerimde, dönüşümün yarattığı estetiğin ve bilincin ortaya çıkarılma biçimini de konu ediniyorum. Şehirdeki hayatımızın bize dayattıkları, bizde yarattığı baskı, iktidar mekanizmalarının yansımaları, gündelik hayatımıza sızmış ve bakış alanımıza girmiş bütün bu malzemelerle uğraşıyorum. Kişiler üzerindeki dönüşümlerde işlerin konusu. Sergideki “Divane Âşık” adlı video çalışmam, genç bir kızın İstanbul sokaklarında üzerinde basma elbise ile, geleneksel ama modernize edilmiş bir Karadeniz türküsü “Divane Âşık” eşliğinde yürümesini izliyoruz. Şarkıdaki “Maçka’da buluşalım” lafını alıp, kızı Maçka Parkı’ndan görülen Gökkafes’le, biraz da Türk filmi efekti duygusu katarak buluşturuyorum, böylece İstanbul’un değişimine de vurgu yapıyorum. Kızın sırtındaki plastik çiçekler, gezi boyunca elinden düşürmediği cep telefonu, ipod da bu değişim vurgusunu, ironik bir şekilde gözler önüne seriyor. İktidar, ataerkil sistem, değişen İstanbul, arada kalmışlık... Neriman Polat, “Babaevi Apartmanı” sergisinde izleyicileri bunlarla yüzleştiriyor. 1980’in sonuçlarını gösteriyor. Polat, “Babaevi Apartmanı” çalışmasının önünde. Dedeevi (sol üstte), Divane Âşık (sol altta). Fotoğraf: Uğur Demir Eğitmenlik de yaptığım için gençleri gözlemliyorum ve gerçekten öyle olduklarını görüyorum, artık yeni iletişim biçimi dışarıya bakmak değil, ekrana bakmak ve mesajlaşmak. Yine de eskiyi hep üzerimizde taşıyoruz. Zaten sergi fikrinin diğer bir ayağı da bütün bu modern ile geleneksel arasındaki sıkışmışlık ve geleneksele bağlılığımızın da aslında nasıl bir kurgu, “mış” gibi olduğunu göstermek. Sergideki “Dedeevi” de bunu anlatıyor. Türbeler Türkiye’nin her yerinde var, onlarla hep karşılaşıyoruz, karşımızda kurgulanmış sahneler olarak duruyorlar. Ancak aramızda demir bir kapı ve kilit var. Ona öylece bakıyoruz ve bakmaktan vazgeçmiyoruz. Sizce neden “mış” gibiyi yaşamaya devam ediyoruz? Sistem bu şekilde işliyor. Mesela, ekonomik kriz oluyor, aile faktörü ile atlattık deniliyor. Birey olmak tehlikeli bir şey, kadınlar için baskı çok daha fazla. Televizyon evlendirme programlarıyla dolu, hep aile olmak zorundayız. Sergideki “Ev” çalışmam da buna göndermedir. Peki, 80 sonrası yaşanan dönüşümün sonuçlarını İstanbul üzerinden anlatmayı seçmenizin bir nedeni var mı? Çünkü bu tanık olduğum bir süreç. Hem parçası olduğum, hem dışarıdan bakıp hem içine gömüldüğüm bir yer burası. Ayrıca çalışmalarımı gündelik hayatımın içerisinden üretiyorum. Bütün bunlar birleştirdiğinde ortaya ne çıkar diye merak ettim. Ne çıktı ortaya? Çok parçalı, bölünmüş, hızla kayıplara uğramış bir yapı. Bu yapı kendi estetiğini ve dilini de oluşturuyor. Bu buraya ait bir estetik, bir yanıyla özgürlük alanı, ama bir yanıyla da içinden çıkamadığımız, bize sürekli dayatılan baba, Allah, iktidar, aile, aidiyet, yurt, ülke gibi kavramların da yansıması. Bir apartmana koskoca Mülk Allahındır diye yazıp altına da onu yapan inşaat şirketinin adı yazılıyor. Aslında çok güçlü bir slogan, çünkü bize içinde yaşadığımız tüketim toplumunda, hiçbir şey, hiç kimsenin değildir mesajını veriyor! Ama hiç inandırıcı da değil. Yani sergi bir yanıyla da ikiyüzlülüğümüz üzerine... G C M Y B C MY B