Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
6 Daniel Chauchat, 68 yılında Fransa’daydı, öğrenciydi. 70 yılında ise dünyayı gezmeye karar verdi, amacı arkadaşlarıyla birlikte Nepal’e kadar gitmekti. Ancak Türkiye’de arabası bozuldu ve sonrasında bir Türkle evlendi. Türkiye’de kalabilmek için üniversiteye giren Chautchat, Türkiye’deki 68 olaylarına da tanık oldu. Fotoğraf: Vedat Arık 11 MAYIS 2008 / SAYI 1155 7 Gönüllü bir gidiş gibi görünse de bir sürgün Tülay German’ınki. Erdem Buri hakkında komünistlikten dava açılıp kendisinin de ağız dolusu türkü söylemesi engellenince Paris’e gitmekten başka çare bulamamıştı. Sartre, Prevert, Godard, Truffaut’lu Paris 68’ine tanık oldu. Bir kulağı hep Türkiye’deydi, Paris’te gönüllü Türk elçisi gibi yaşadı, türküleri Fransızlar’a sevdirdi... İşte Tülay German Fransa’da yaşıyor, arasıra Türkiye’ye geliyor, sessizliğini bozmuyor... Renklendirmeler: Eylem Zor İstanbul/Paris 1968/2008 Erdem Öztop 1. Sayfanın devamı “Son” kararı aldıktan sonra, daha yapılacaklar varmış diye düşündüğünüz oldu mu? Bir Türk sanatçısı olarak yurdumda olsun, yurtdışında olsun bana düşen görevi yerine getirdim sanıyorum. Yeni kuşağın sizi nasıl ve nereden tanıdığını merak ediyor musunuz, tarihinizi anlatan kaynaklar var, müzik tarihinde sizin için de sayfa ayrıldı, ama sanırım bunu siyasi tarihle de buluşturmak gerekiyor… Özellikle gençler için özetleyeyim. Onlara çok garip gelecek, ama 1950’li ve 1960’lı yılların başında büyük kentlerde yaşayanların büyük bir bölümü yalnız yabancı dillerde söylenen şarkıları dinler, Türkçe tangoları, türkülerimizi küçük görürdü. 1962 yılında Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday gibi şairlerimizin şiirleri üzerine Yalçın Tura’nın bestelediği şarkılar yanında; “Burçak Tarlası”, “Kızılcıklar Oldu mu”, “Mühür Gözlüm”, “Dere Geliyor Dere” gibi türküleri Batı çalgıları eşliğinde (bazen bağlama da katılırdı) çoksesli düzenlemelerle söylediğimde dinleyici başta yadırgadı. Sonra “Burçak Tarlası” 45’lik plağımın yalnız büyük kentlerde değil, tüm Türkiye’de sevilip çoksesli Türk popüler müziğinin ilk çok satan plağı sayılması bir dönüm noktası oldu, yabancı dilde şarkı söyleme modası sona erdi. Dinleyicinin türkülere, Türkçe söylemeye karşı bakışı tamamen değişti. Yurtdışına çıktıktan sonra ise, ülkemin şiirini, müziğini, türkülerimizi; Yunus Emre’yi, Nâzım Hikmet’i, Pir Sultan’ları, Veysel’leri elimden geldiğince dünyaya tanıtıp sevdirdim. Tekrarlıyorum, ödevimi yaptım sanıyorum. Ayrıca, yerini yetenekli gençlere bırakmayı da bilmek gerek. Türkiye’de siz de sevgiliniz Erdem Buri de TİP’le yakın ilişki içindeydiniz. Buri 66’da Selâhattin Hilav’la çevirdiği bir kitap yüzünden de komünistlikle suçlandı, hapsi istendi, vs. Türkiye’de kitabın bir suç aleti sayılması hiç bitmedi. Siz de bu suçla yerinizden yurdunuzdan oldunuz. Yeni bir siyasi dalganın dipten dibe akmaya başladığının farkında mıydınız? Plehanov’un sanat üzerine yazdığı Sanat ve Sosyalizm adlı kitabı Türk okuyucusundan büyük bir ilgi görmüştü. Sosyal Yayınlar bunun üzerine Plehanov’un ikinci bir eserini çıkarmak istedi: Marksist Düşüncenin Temel Meseleleri. Erdem Buri Selahattin Hilav’la birlikte, tek kuruş istemeden bu kitabı Türkçeye çevirdi. Yabancı dil bilmeyen Türk okurlarına bir çeşit armağandı bu, zor bir çalışmaydı. Örneğin bazı felsefi terimlerin Türkçe karşılığı yoktu. Böyle bir çalışma Hasan Âli Yücel’in Milli Eğitim Bakanı olduğu yıllarda yapılsaydı, bakanlık teşekkür ederdi herhalde, ama kitap çıktıktan bir süre sonra toplatıldı. Buri mahkemeye verildi ve savcı 15 yıl hapsini istedi. Sebep: Sağduyuya, akla aykırı! Adnan Menderes başbakanken, kitap Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklanmıştı. Bardağı taşıran damla bu oldu. Zaten imam hatip okulu talebelerinin tehditleri, bana sahnedeyken tabanca çekilmesi gibi olaylar yüzünden çalışmaya savaşa gider gibi gidiyorduk. Festivali’nin durdurulması için ellerinden geleni yapmaları. Louis Sonra tarihler 68 Mayıs’ını gösterdi ve dipten dibe biriken Malle, Monica Vitti, Alain Resnais, Carlos Saura’nın jüri isyan patladı. Siz o tarihlerde Fransa’daydınız, yani 68 ruhu üyeliğinden ayrılmaları. denilen şeyin merkezinde. 40 yıl öncesinden belleğinizde kalan Ve defterime not ettiğim birkaç satır: Öğrencilerle birlikte kareler neler? elimde broşürler, atılan göz yaşartıcı bombalardan gözlerimiz kan Bellekte kalan kareler… Herkese açık olan Sorbonne çanağına dönmüş, ‘tarih’ yaşıyorum. Arabalar devrilmiş, Üniversitesi’nin büyük anfisinde: “Sosyalizm ve özgürlük kaldırımlar taşları sökülmüş, her yerde barikatlar… Bankalar birbirinden ayrılmaz,” diyen JeanPaul Sartre’ı dinleyişim. kapalı. Sokaklar savaş yıllarını hatırlatan bisikletli Parislilerle dolu. Sloganlar: “Otoriter topluma hayır!”, “Yasaklamak yasaktır.”, Posta yok, benzin yok, sigara yok. Paris kaynıyor. Öğrenciler ve “Büyük okullar (paralı) kapitalist sisteme elit yetiştiren işçiler el ele vermiş. Fransa fabrikalardır…” grevde. Jacques Prevert’nin yazdığı İç dünyanızda neler şiir: “Umuda kilit vurulmuş/ oluyordu peki, yeni ülke, yeni Fikirler hapsedilmiş/ Gençlik dil, yeni insanlar ve Paris’in susturulmuş/ Dayanamayıp da coşkusundan kendinize ağzını açtığında/ Kapatılıyor/ döndüğünüzde neler Coplanıyor, yerlerde yaşıyordunuz? sürükleniyor/Yine de Fransızca bilmiyordum. doğruluyor, büyük kapıları Dayanılmaz bir İstanbul özlemi zorluyor/ Yalan, geçmiş bir içindeydim. Bir de sanki bütün geçmişin kapılarını./ Açılıyor/ Türklerin sorumluluğu benim Hayata açılıyor/ Dayanışmaya omuzlarımdaydı! Radyoda açılıyor/ Özgürlüğe ve veya televizyonda sorulan uyanıklığa açılıyor…” soruları tam olarak Wolinski’nin bir karikatürü: anlamazsam, akıllı cevaplar “İki kalantor yaşlı. Karşılarında Tülay German ve Erdem Buri bir ödül töreninde... veremezsem diye çok iyi bir genç. Yaşlı: En sonunda İngilizce bilen çevirmenimi gençlik uyandı ve bize yol yanımdan ayırmamama rağmen, gururumdan üç ayda Fransızca gösteriyor. İkinci yaşlı: Bravo bravo. Aferin çocuklar… Yaşlı: öğrendim. Yapılacak ilk iş, Türkleri Araplardan ayırmayan ve hâlâ Gençler, yarınlar sizin. İkinci yaşlı: Senin. Yaşlı: Ama sakın bugüne fesli, çarşaflı sanan Avrupalının kafasındaki imajı düzeltmekti. Bu dokunma. İkinci yaşlı: Geçmişi de rahat bırak.” konuda, çıktığım turnelerde konserlerden sonra Fransız Genç bir öğrencinin tekrarladığı Einstein’ın bir sözü: Ne acıklı dinleyicileri ile konuşmak çok faydalı oldu. Fransızların gösterdiği bir devir… Boş inançları, önyargıları parçalamak, atomu büyük ilgiye ve sevgiye rağmen, bir yerde, köksüz ağaç gibiydim. parçalamaktan daha zor… Günlük bir gazete, “Fransa’da plak dolduran, isim yapan ilk Türk JeanLuc Godard, François Truffaut’nun Cannes Film Fransa’dan Türkiye’ye 68 Deniz Yavaşoğulları German’ın gözünden 68. şarkıcısı. Yumuşak, sıcak sesli, ciddi bakışlı, hüzünlü Türk kızı” diye başlık atmıştı. Gazete haklıydı. Kazandığım başarıya rağmen hüzünlüydüm. Erdem Buri’yle önce iki dost, sonrasında büyük iki âşıktınız. Buri’nin erken kaybı röportajımızın başında sözünü ettiğimiz sessizliğinizde ne derece etken oldu? Çok değer verdiğim ve değer verdiğim için de sevdiğim gerçek bir aydın olan Erdem Buri ile “son”a dek aynı fikirleri paylaşan iki “Dost”tuk. “Aşk”a gelince… Ali Püsküllüoğlu hazırladığı Arkadaş Türkçe Sözlük’te “âşık”ı: bir kimseye ya da bir şeye karşı aşırı sevgi ve bağlılık duyan, aşırı seven (kimse) olarak tanımlıyor. Bu tanıma göre “âşık” sözcüğünü kullanmakta haklısınız, ama ben şarkı söylemeyi Buri hayatta iken bıraktım. “Çoksesli Türk popüler müziği”nin ilk deneyimini siz yaptınız ve bu büyük ses getirdi ancak bu çalışmalar siz gittikten kısa bir süre sonra kesildi, neden devamlılığı sağlanamadı? Bu konuda sizinle aynı fikirde değilim. Biz Türkiye’den ayrıldıktan sonra, Erdem Buri ve Doruk Onatkut ile açtığımız yolda giden Moğollar, Fikret Kızılok, Hümeyra, Modern Folk Üçlüsü, Esin Afşar gibi müzikçiler özellikle 70’li yıllarda çoksesli Türk popüler müziğinin en güzel örneklerini verdiler. Bir çeşit kesilme ve yozlaşma 12 Eylül Kenan EvrenTurgut Özal’la başladı. Bugün bir yanda korkunç yoz bir müzik (!) ile sözler ve söyleyiş tarzı; öte yanda da çok olumlu, güzel çalışmalar var. Yani çoksesli Türk popüler müziği başka adlar alsa da devam ediyor. Türkiye’ye dönecek misiniz, yeniden şarkı söyleyecek misiniz? Dönmek konusunda şimdilik kesin bir şey söylemem olanaksız. Şarkı söyleme konusuna gelince, Yunus’tan Nâzım’a albümünde yer alan Erdem Buri’nin bestelediği Nâzım Hikmet’in bir şiiri vardır: “Seni Düşünmek”. Şiir, “şarkı söylemek istiyorum,” diye biter. Bu son dizeyi biraz değiştirerek sorunuzu yanıtlayayım: “Ben artık şarkı söylemek değil, şarkı dinlemek istiyorum.” G D aniel Chauchat, Pierre Loti’de öğretmenlik yapan bir Fransız. 70’li yıllarda, hippi olarak geldiği Türkiye’de arabası bozuluyor, tamir peşinde koşarken Sultanahmet’te tanıştığı bir Türk kızıyla evleniyor. O gün bugündür de burada. Onu “Hababam Sınıfı” filmindeki İngilizce öğretmeni rolüyle de hatırlayabilirsiniz. Özellikle “hastir pizvenk osman” repliğiyle! Chautchat’yla hikâyesini konuştuk... 68 yılında Fransa’daydınız, oradaki öğrenci hareketleriyle ilginiz oldu mu? 68 yılında lise sondaydım, gerçi 20 yaşındaydım ama okulumu biraz uzatmıştım. O sırada yaşadığım yer taşra gibiydi, Saint Etienne Paris’teki olayları duymamız fazla zaman almadı ve Paris’te yaşananlar, tabii ki bizi de etkiledi, kafamıza yattı, çünkü kuşak olarak değişiklik peşindeydik. Her kuşak kendini farklı hisseder ama biz 68 kuşağı olarak kendimizi ailelerimizden çok çok daha farklı 70’lerin başında Daniel ve Serap... hissediyorduk, çünkü ailelerimiz ve daha öncekiler savaş görmüş kuşaklardı. Onun için onlarda büyük bir tüketim açlığı vardı. Yok televizyon alalım, çamaşır makinesi alalım, şunu alalım bunu alalım gibi. Bu olay bize çok ters geliyordu. Biz biraz boşvermişcesine yaşıyorduk, gelecekle ilgili plan yapmıyorduk. En azından ben hiç plan yapmadım. Hayatımız nasıl olsa bir iş yaparız şeklinde gidiyordu. Bir yandan umursamıyorduk bir yandan da devrim yapmayı planlıyorduk. Bu çok garip bir şey tabii ki! Fransa’daki 68 kuşağında sağcılar yok muydu? Tabii ki orada da sağcılar, solcular ve ortadakiler vardı. Ancak sağcılar bile yenilik yanlısıydı, yeni düzen arıyorlardı. Solcular da kendi aralarında Leninist, Troçkist ve Maocular olarak ayrılmıştı. Bizse ortada kalanlardık, kendimize anarşist diyorduk, fakat özünde bizim de tek isteğimiz değişiklikti. Saint Etienne’de öğrenci olayları nasıl gelişti? Bizim okulda da önce forumlar, konuşmalar oldu, sonra da grev başladı. Birkaç ay okula gitsek de hiçbir derse girmedik, ara sıra çatışmalar oluyordu ama çok fazla ciddi değildi. Bir de Saint Etienne’in başından sonuna kadar yürüyüşler olurdu. Paris’teki üniversitelerde ise daha ciddi bir durum vardı. Sizi Türkiye’ye getiren neydi? 68 olaylarının ardından seçimler oldu ve sağcılar kazandı. Bu da bizim kuşakta büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Oysa biz hükümetin gideceğini, devrim olacağını ve bambaşka bir düzenin geleceğini umuyorduk. Tabii 68 gençliğinin etkisiyle yine birçok reform oldu ama bunların hiçbiri bizi tatmin etmedi. Sonra üniversiteye girdim fakat yaşadığımız hayal kırıklığı bende ve yaşıtlarımda bir amaçsızlığa sebep olmuştu. “Bir an önce mezun olalım, bir hayat kuralım” gibi dertlerimiz de yoktu. Beatnik veya hippi olayları da bizde böyle başladı ve dünyayı dolaşmaya karar verdik. Külüstür denebilecek arabalarımızla ver elini Yugoslavya, ver elini Almanya, İtalya vs... Türkiye’ye de, böyle gezerken yolum düştü. Nasıl kaldınız? Arkadaşlarım İran’dan geçip Katmandu’ya oradan da Nepal’e gittiler ama benim arabam İstanbul’da bozuldu. O sırada şu anki eşim Serap’la tanıştım, yine de otostop çekerek geziye devam etmekte kararlıydım. Ancak Türkiye’de otostop çekmek o kadar zordu ki, kamyon kasalarında gitmek zorunda kaldık, zaten yollar perişandı, biz de perişan olduk... Bu yüzden İstanbul’a dönüp arabayı tamir ettirmeye karar verdim ama Türkçe bilmediğim için bir türlü derdimi anlatamayacaktım (tabii belki de bu bir bahaneydi !) ve Serap’ı bulmam gerektiğini düşündüm. Onun hakkında bildiğim tek şey babasının matematik hocası olduğu ve Anadolu yakasında oturduğuydu. Sultanahmet’te bir tanıdığa rastladım neyse ki onun bir arkadaşının, Serap’ın babasının öğrencisi olduğu ortaya çıktı ve böylece Serap’ı buldum. Sonunda arabayı tamir ettirip tekrar yola çıktım ama araba tekrar bozuldu ve devam etmekten vazgeçtim. Nereye kadar gidebildiniz peki? En fazla Ankara’ya kadar gittim. Hangi yılda oldu bunlar? Ankara’da olduğum dönem, 1971’di. Tam da 12 Mart dönemleriydi. Olayların en kızıştığı dönemde oradaydık yani. Serap arkadaşında kalıyordu, bense öğrenci yurtlarında. Türkiye’deki devrimci 68 kuşağıyla da bu yurtlarda tanıştım. Buradakiler Fransa’dakilere göre çok daha uçta insanlardı. Kendi aralarındaki tartışmalar dahi çok sertti, başka düşüncelere tahammülleri yoktu pek. Bize de burjuva muamelesi yapıyorlardı. Korku nedir bilmezdim derken, orada korkmuştum gerçekten. Fransa’dakiler nasıldı? Aslına bakarsanız, biz orada eğleniyorduk. Kavgalarda ve kargaşalarda yaralananlar olmuştu sadece. En ciddi silahlar taş ve sopalardı, Türkiye’deki gibi bıçak ve tabanca yoktu. Fransa’da durum buradaki gibi ölüm kalım meselesi değildi yani. Bizim çatışmamız sağcılarla da değildi, polisle, sistemle ve baştakilerleydi. İzinsiz yürüyüş yapıp trafiği engellemek gibi nedenlerle kimi zaman polisten dayak da Daniel, annesi ve Serap’la birlikte Sultanahmet’te. yerdik ama “ne olacak ki” denecek cinstendi bu dayaklar. Fransa’daki sağcılar ise yürüyüş bile yapmazlardı, solcularla da çatışmazlardı. Biz de onlarla çatışmazdık, en fazla yoldan geçerlerken yuhlardık. Ben burada da üniversite okudum, biz dersteyken fakültenin koridorlarında sık sık tabanca patlardı, hiçbir şey yokmuş gibi devam ederdik. Kimi zaman da çatışmalardan sonra polisler okulu boşaltırdı, bir çıkardık ki sokağın karşısından askerler okulun kapısına doğru silah çekmiş, bekliyorlar... Yani o an biri bir şey yapsa ateş açacaklar. Burada ölümle karşı karşıyaydık... Fransa’daki olaylarda bir kişi öldü, burada ise her gün; sadece İstanbul’da onlarca kişi ölüyordu. Bruno Barbey’in “Mayıs 68” sergisi Fotoğrafevi’nde... Daha nice yıllara 68 Ali Deniz Uslu TÜRKİYE’DE ÜNİVERSİTE Üniversite’ye ne zaman girdiniz, hangi bölümde, nerede okudunuz? 73 yılında Serapla evlendik ama Türkiye’de kalmak için evlenmek yetmiyordu. Bu yüzden, 1974’te İstanbul Üniversitesi İngiliz Filolojisi bölümüne girdim. İşte o zaman tam olayların ortasında buldum kendimi. Sürekli kavgalar, silahlı çatışmalar... Fakülte’de Farsça ve Arapça dilleri bölümünde okuyanların çoğu sağcı, ülkücüydüler, psikoloji’de okuyanlar daha çok solcu, Fransız, Alman veya İngiliz filolojisi bölümlerinde okuyanlar ise ortada olanlardı. Ben yine ortada tarafsız olanlardandım, ne de olsa Türkiye’ye ölmek için gelmemiştim fakat buna rağmen sağcı veya solcuların cenazelerinde çok yürüdüm! Neden? Ne zaman ki solcular veya sağcılar tarafından biri öldürülse, cenazesi arkadaşları tarafından alınıp, tabutun arkasından protesto yürüyüşü düzenlenirdi. Biz de fakültedeki sınıflarda, koridorlarda kaçacak delik arardık, çünkü solcular veya sağcılar, olduklarından daha kalabalık görünmek için, filolojideki öğrencileri toplar, figüran olarak Beyazıt’tan taa Galata köprüsüne kadar yürütürlerdi. Kaçacak yer aramamız boşunaydı... Bizi hocaların odalarından bile çıkartıp caddeye atarlardı. Kaçamazdık hiç! Ve ben, “Fransızım Türkçe bile bilmiyorum” dememe rağmen hepsinde zorla yürütüldüm. İşin komiği de şuydu: Ertesi gün gazetelerde bol bol resimlerimiz çıkardı, iri puntolu bunun gibi bir başlığın altında: “Üniversite öğrencileri eksiksiz yürüdü, sağcıların (veya solcuların) işlediği cinayetlerini protesto etmek için!” Bazen bizi amfilere götürmek isterlerdi, fikirleri ve nutukları ile beyinlerimizi yıkamak için. O zaman Türkçe bilmiyorum yalanı ile yırtardım. Fakat yürümek için Türkçe bilmek gerekmiyordu! Bugün Fransa’yı ve Türkiye’yi geldikleri noktalar açısından değerlendirir misiniz? Eğitimci olduğum için öğrenciler açısından daha rahat değerlendirebiliyorum. Fransa’da 68’den sonra okullarda büyük reformlar yapıldı. Öğrenciler birçok hak elde ettiler, bunlar bugün de devam ediyor. Mesela 68’den beri öğrencilerin okulda düzenlenen her türlü toplantıya katılma hakları var ancak bugünlerde bu haklar konusunda geri adım atılıyor. İnsanlar “biz bu gençleri çok mu fazla serbest bıraktık?” demeye başladılar, örneğin sigara okullarda, 68’den sonra serbest bırakılmıştı, şimdi yasaklandı. Bunun dışında da birçok şey var tabii. Türkiye konusunda ise çok fazla bir bilgim yok, bu nedenle birşey söyleyemem. G B runo Barbey, 1968 Mayıs’ında Sorbonne Üniversitesi’nin işgalini ve terk edilişini, “Çok Geç CRS (Toplum Polisi) Sorbonne tapınak değildir” diye haykıran öğrencileri, işgal edilen Odeon Tiyatrosu’nu, grevdeki Renault fabrikalarını, Gilles Tautin’in cenazesini, ChampsElysées’de gerçekleşen De Gaulle yanlısı yürüyüşü, Quartier Latin’deki barikatları, GayLussac Sokağı’nı belgelemiş nadir fotoğrafçılardan. Bir Fransız vatandaşı olarak Fas’ta doğan Bruno Barbey, İtalya, Polonya gibi ülke monografilerinden Paris’teki siyasal olaylara; savaş bölgelerinden iç çatışmalara kadar birçok çalışmaya imza attı. Magnum Photos’un önemli fotoğrafçılarından Barbey’in objektifinden 1968’de Paris Her şey ile barikatlar kuruluyordu. Bir keresinde Henri Fonda’nın “Şehirde Polis” afişine rastladım, yanıyordu ve gerçeküstü bir görünümdü. Başlangıçta büyüleyici olan toplumun konuşmaya olan gereksinimiydi. Herkes, sokağa iniyordu. Militan değildim, ama göstericilerle aynı saftaydım. Beni bu tarihi olayları kaydetmek ilgilendiriyordu. 68 Mayıs’ının kaydettiğim en büyük olaylarından biri öğrenciler ile işçilerin buluşmasıydı. Ancak hareket Komünist Parti tarafından kısıtlandı. Sendikalar öğrencilerin işçilerle kaynaşmasına karşıydılar. Komünist Parti’nin politik çizgisi ve kontrolü dışında solcu, Maoist, Troçkist veya anarşist yapılarından dolayı fabrikalar dışından militanları istemiyorlardı. Mesela sahte bir basın kartı ile BoulogneBillancourt’a girebildim, ama İşçi Konfederasyonları’nın (CGT) kalın kolları fabrikayı kenetlediğinden öğrenciler giremiyordu. Olayları anında takip edebilecek kadar organize değildim. İçgüdülerime göre, yürüyerek dolaşıyordum. O zamanlar en sağlam bilgi kaynağı radyo muhabirleriydi. Vericilerle donatılmış motosikletlerle geziyorlar ve canlı yayın yapıyorlardı. Bundan dolayı RTL ve Europe 1 “ayaklanma radyoları” olarak adlandırıldılar. Çok değişik bir sosyal karışım, tartışma ihtiyacı, dünyayı yeniden yapılandırmak, hürriyet arayışı, bir infilak oluşturmuştu. Benim için 68 Mayıs’ının en şaşırtıcı yanı buydu, tüm sosyal sınıflar arasında gerçekleşen onca tartışma beni büyülemişti. Dünyayı değiştirmenin çılgın ümidini başkalarıyla paylaşmak ihtiyacı doruktaydı. G sokaklarında yaşananlar “Mayıs 68” sergisiyle 29 Mayıs`a kadar Fotografevi’nde sergilenecek. Barbey o günleri anlatıyor: 68 Mayıs’ını, 6 Mayıs’taki ilk büyük yürüyüşten itibaren izlemeye başladım, yaşananları fotoğraflamak benim için bir gereksinimdi. Toplum Polisleri (CRS) yalnız sokaktaki göstericilere saldırmıyordu, Luxembourg Caddesi boyunca, göz yaşartıcı gazlardan korunmak için pencerelerinin arkasından sokak savaşlarını seyreden vatandaşların bulunduğu bir salona, bir toplum polisinin nişan alarak bir göz yaşartıcı bomba attığını anımsıyorum. Yalnızca öğrenciler değil, mahalle sakinleri de sokaktaki yayalara dahi uygulanan şiddetten şoke oluyorlardı. Hamile kadınlar dövülüyor, profesörler yerlerde sürükleniyordu. Doğal olarak vatandaşlar öğrencileri destekliyorlardı. Binaların içlerine kaçtıklarında, daire kapıları açılıyor ve dayak yemelerini önlemek için içeri alınıyorlardı. Hareket yayılarak güçlendi ve toplumsal bir başkaldırıya dönüştü. C M Y B C MY B “Militan değildim, ama göstericilerle aynı saftaydım. Çünkü dünyayı değiştirmenin çılgın ümidini başkalarıyla paylaşmak ihtiyacı doruktaydı.” Fotoğrafçı Bruno Barbey Mayıs 68’deki Paris’i böyle anlatıyor.