Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
R PAZAR 67 14/2/08 16:23 Page 1 PAZAR EKİ 67 CMYK 6 BORA BAŞMAN (22 yaşında 17 ŞUBAT 2008 / SAYI 1143 7 Yaşlanma korkusu giderek artıyor. Üstelik bu hisse kapılanlar artık sadece orta yaşlılar değil, gençler de geçen her günün hesabını yapıyor. Onların hayatları bitmek bilmeyen bir maraton adeta. Zamanla rekabet halindeler; bu, sınavlarla başlıyor, ömür boyu sürüyor. Çünkü sistem az vakte çok şey sığdırmayı gerektiriyor; yaşlanma geciktirici ürünlerin reklam sloganlarında olduğu gibi “Ne kadar gençsen o kadar iyi”! Deniz Yavaşoğulları Annem ve babam ayrı. Altı yaşından beri, ailemi bir arada tutma pozisyonunda kaldım. Bu durum 1920 yaşıma gelene kadar sürdü. Küçüklüğümden beri hayatı olgunlukla, mantıkla karşılamam gerekti, bu benim isteğimin dışında gelişen bir şeydi. Hatta durum, öyle bir hal almıştı ki beni büyüten, çok sevdiğim anneannemi kaybedince bile yas tutamadım. “Bu bir dönemdir, geçer” diye düşünüyordum, derken bu yaşıma geldim, yine geçmedi. Eskiden ailemi bir arada tutmaya çalışıyordum, şimdi de annemle yaşıyorum ve bir yandan okuyorum, bir yandan evi geçindirmeye çalışıyorum. Geleceğime dair tüm planları yaptım. Yani hayatım boyunca “büyük adam” pozisyonundaydım, yaşıtlarım gibi olamadım. Etrafımdaki insanlar da bunu fark ediyor, bana “baba gibisin” diyenler bile oluyor. Bir defasında da bir kız arkadaşım “Ben sana güvenemiyorum, kesin 30’undan sonra kendini barlara, gecelere vuracaksın” diyerek benden ayrılmıştı! Ancak “Aman yaşım büyüyor” diye de bir kaygım yok. Çünkü zaten kendimi yaşlı hissediyorum! Başıbozuk heceler Deniz Ülkütekin lmanya’da doğmuş, ama orayı hiç hatırlamıyor. Henüz bir yaşındayken İzmir’e gitmiş. İzmir hakkında konuşurken “Oradan nefret etmiyorum” diyor, ama kendini İstanbul’a ait hissediyor. Çağlar Yerlikaya, henüz 25 yaşında. Hayatını yazı yazmaya adamış. hem de yazının en saf haline. İlk kitabını şiir, düzyazı ve hikâye gibi bir kategoriye sokamıyorsunuz. Sadece yazmak istiyor ve yazıyor, bir sayfada tek cümle, öbüründe şiirsel anlatımlı bir hikâye. Müzisyen Zeynep Casalini’nin yardımlarıyla İstanbul’a taşınan ve kendisine ilham veren yazılarındaki hüznü Beyoğlu’nun en dibinden çekmeye başlayan Çağlar Yerlikaya’yla konuştuk. İstanbul’a geldikten sonra neler yaşadın? İki sene önce Zeynep Casalini ile tanışmıştım. İstanbul’a her gelişimde görüşüyorduk. Daha sonra aynı evi paylaşmaya başladık. Zamanla, Zeynep hayran olduğum sanatçıdan çıkıp manevi annem oldu. İnsanlara, beni “Ne zaman doğurduğumu hatırlamadığım oğlum” diye tanıştırıyor. Yazdıklarının bir değeri olduğunu ilk ne zaman fark ettin? Hayatımı bu yönde geliştirmeye 2000 yılında karar verdim. Yolda yürürken, birisiyle otururken ve gece yatarken kafamdan sürekli sözcükler geçiyordu. Hayatta gördüğüm her şeyi sözcüklere çevirdiğimi fark ettim. Yazmaya ciddi şekilde yoğunlaştım. Yazdıklarım da bu sayede değer kazanmaya başladı ve Türkiye için de önemli olan kişilere okutmaya başladım. Onlardan da iyi tepkiler alınca bu yolda yürümeye karar verdim. Kitapta çok yoğun bir hüzün var. Bu nereden geliyor? Kendimi bildim bileli hayatın hep hüzünlü tarafları dikkatimi çekti. Bulduğum tüm yaraların kabuklarını kaldırdım ve daha derine inmeyi seçtim. Belki bu benim acımı derinleştiren bir şeydi ama bu sayede kendime ve gerçeğe yaklaştığımı hissettim. Acının sahici bir şey olduğunu çok iyi biliyorum. Bu yazdıklarıma da yansıdı. Yaşantın da bu kadar hüzün içeriyor mu? Kendi hayatım da öyle. Bir gazetede kesinlikle hüzünlü olan haberi seçerim. “Acısı eksik olanın sevinci de az olur” derler, buna çok A inanıyorum. Hüzne erişince mutluluğun kıymetini biliyorsun. Yaşadığım dönem itibarıyla zaten çok mutlu olunabilecek bir durum yok. Kitabınızı Umay Umay’a ithaf etmişsiniz… Evet. Hem yazı hem de özel hayatımda çok önemli yere sahip olan bir insandır. Yazılarını okuduktan sonra ona ciddi bir hayranlık duydum. Yedi yıl önce tanıştık. Hayranlık duyduğunuz bir insanla tanışınca hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz, fakat Umay’la tanışınca benim hayranlığım arttı. Kitabındaki yazılar tekdüze değil. Bir sayfada tek cümle, diğer sayfada bir hikâye var. Bu kendiliğinden mi ortaya çıktı? Bir şeyi türle sınırlandırmak hoşuma gitmiyor. Şiiri çok seviyorum, ama sınırlarımı aşmak için Kalıba girmek biraz daha düzyazıya yöneldim. Konu istemeyen olarak da bir standart yok. Düşen bir uçak da var, travesti de. Beni cümleleriyle etkileyen şeyler üstünden gittim, ayrı bezenmiş ilk gözüken şeyler, ama bütüne bakınca hepsinin bir bağlantısı var. İnsanlar kitabı Sevişen acıdan ve gerçekten kaçar oldu, Çocuklar olayları görmezden gelme Matinesi’ni yeteneklerini geliştirdiler. İstiklal Caddesi’nde sabah görüyorum, çıkaran Çağlar polis, travestileri öldüresiye Yerlikaya’nın dövüyor ve insanlar buna gülüp geçebiliyor! “manevi Zeynep Casalini’yle şarkı sözü annesi” yazarlığı çalışmaları da Zeynep yapıyormuşsun. Müziği çok seviyorum, şarkı Casalini, oyun yazarken, daha geniş bir coğrafyaya arkadaşı yayılma imkânı var. 30 yıl sonra biri dinleyip kendinden bir şey “Sezen Aksu”, bulabiliyor. Yakın zamanda Zeynep dostu “Umay Casalini de bir şarkı sözümü yorumlayacak. Umay”… Fotoğraf: Vedat Arık Bir de Sezen Aksu arşivin var. Sezen herkesin sevgilisi ama benim oyun arkadaşım. Onun sayesinde kendimi hiç yalnız hissetmedim. İlkokul beşten beri onunla ilgili şeyleri toplamaya başladım. Hafta sonu insanlar sinemaya, bara giderken ben sahaf sahaf gezerdim. Böylece eski olan her şeyi toparladım. Kendisine bunları ilk kez ortaokulda gösterdim. “Bunlar bende yok, sende ne işi var?” dedi. İki sene önce bir araya geldiğimizde dokümanlar üç katına çıkmıştı. O zaman daha da heyecanlandı. ESRA ÇAYIR (23 yaşında) Artık insanlar, normalde 2223 yaşlarında yaşayacakları şeyleri 16 yaşında yaşamaya başlıyorlar. Böyle olunca da 24’e geldiklerinde gençlik adına yaşanabilecek her şeyi yaşamışlar gibi hissediyorlar. Bu sefer de iş kaygısı başlıyor. Bazen, 24 yaşında olup da birçok işe girip çıkmış veya birçok şey yapmış insanlarla karşılaşıyorum. O da yaşımı büyük görmeme neden oluyor. Üniversiteden iki hafta önce mezun oldum. İki haftadır da iş ilanlarına bakıyorum ve ilanların yüzde 90’ında aranan kriter 30 yaşını aşmamış olmak. Diğer yandan da beş yılllık tecrübe istiyorlar. Olacak iş değil. Hele master veya doktora yapmaya kalksak iş bulmak daha da zorlaşacak. Bence gençlerin bu durumu, Türkiye’nin şartlarından kaynaklanıyor. Çocuk yapmayı bile düşünmüyorum, çünkü çocuğum olsa yıllarca çalışsam dahi ailemin bana sağladığı imkânları ona sunamayacağım. AMİRA AKBIYIKOĞLU (24 yaşında) Bazen bir yere gittiğimde etrafımda o kadar çok yaşı küçük insan oluyor ki. Çevremize bakıyorum herkes küçük, biri 18, biri 17 yaşında, ben 24 yaşındayım, ama onlarla aynı yerde ve aynı şeyi yapıyorum. Mesela 90 doğumlular bu yıl 18 yaşında olacaklarmış, 90 doğumlu biri 18 yaşına gelmiş olamaz gibi geliyordu bana. Bu gerçek beynime kazındığı anda bir defa daha yaşlandığımı düşündüm. Bu sefer “yaşım ilerliyor, ben ne yapıyorum, hayatım nereye doğru gidiyor?” diye düşünmeye başladım. Aslında bu bir geçiş dönemi gibi. 18 yaşında değilsin, 30 yaşında da değilsin. Ara bir dönem. Hayat çok hızlandı, herkes çok yönlü olmaya başladı, üstüne üstlük genç nüfus da çok fazla. Gelecek kaygısı o kadar arttı ki, insanlar “Şurada da staj yapayım, bu kursa da gideyim, şu sertifikayı da alayım, şunu yaza, bunu sömestr tatiline sıkıştırayım” şeklinde hareket eder hale geldiler. Çünkü artık üniversiteden mezun olup, kendi ayaklarının üstünde durabilecek kadar para kazanabilmek hayal oldu. Özellikle İstanbul’da ev kiraları birçok üniversite mezununun aldığı maaştan daha fazla. Bu ülkede çok büyük bir belirsizlik durumu var. Ben, bizim yaşımızdakilerin “benim geleceğim belli” diyerek, kafalarını yastığa koyup rahatça uyuyabildiklerini sanmıyorum. Başları zamanla dertte... sürekli pazarlanmakta. Bunların satışı aslında eczacılık, güzellik ve diyet sanayilerini beslemekte, bunu başarmak için de bir tüketici pazarı yaratmak şart. Bu da insanlara, özellikle de kadınlara yapay kaygılar yükleyerek mümkün oluyor: “Aman sakın yaşlı görünmeyin” “Yüzünüzde hiç kırışıklık olmasın” gibi reklamlarla günbegün karşılaşınca, doğal bir süreç olan yaşlanma da ciddi korku, varılmaması gereken bir son haline dönüştürülüyor. Her yer bu tür reklamlarla dolu, özellikle de kadınlara hitabeden kadın dergileri bu konuda en birincil koşullayıcılar. Bunların etkisinden arınma ciddi bir düşünme gücü ve zihinsel özgürlük gerektirir. Zamanımızda yaşlı olmadan kendini yaşlı hisseden, şişman olmasa da kendini kilolu hisseden, güzel olsa da kendini çirkin hisseden pek çok insan (özellikle de kadın) var, çünkü toplumda (yazılı medya, TV, vb.) görünür kılınan ikonlar takvim yaşı olarak genç, çok zayıf, çok güzel! Diğer normal kadınlar görünmüyor, ya da gösterilmiyor ya da dalga geçilerek sergileniyor. Haliyle de alt yazı “Ancak genç ve güzel olursan geçerlisin” diye okunuyor. Bu kaygıyı çoğunlukla kadınlar taşıyor. Kendini ancak dış görünüşüyle kabul ettirme zorunda hissedenler ve bu gibi mesleklerde çalışanlar (manken, TV sunucusu, vb) daha yoğun yaşıyor, çünkü mesleğini kaybetme tehlikesi söz konusu. Dikkat ederseniz, bu türde bir bilince sahip ülkelerin televizyonlarında sunucular “normal” insanlar, “normal” kadınlar, yani mutlaka yaşça genç ya da çok güzel olması arayışı değişti. Bu da farkına vardırmadan izleyicilerde kaygıyı azaltan ve herkesi normalleştiren bir uygulama. Yılgınlık, bedbinlik, hayattan zevk alamama, hayal kırıklığı, fiziksel ve zihinsel yorgunluk, yaşam muhasebesinde yenilgi yaşama, yeknesak yaşamlar, işten eve gelgitlerin değişmezliği, dinlenememe, sorunlarını halletmemişlik duygusu, vb. kimi zaman halledilmemiş öfkeler, bitmemiş kavgalar da insanı çok yaşlı hissetirebilir. Gençler neden yaşlanma duygusuna veya korkusuna kapılıyor? Gençlerde “ne yapacağız” korkusu var. Ben yaşlanma duygusunu bununla bağdaştırıyorum. Eskiden bazı üniversitelerde okumak iş garantisi anlamına geliyordu, artık öyle değil. Gençler üniversite okuyorlar. Kimisi master veya doktora da yapıyor. Onca yatırımın ve emeğin karşılığında, işe başvurdukları zaman düşük maaş teklifleriyle karşılaşıyorlar. Hayal kırıklığına uğruyorlar. Hem kendilerine hem de yaşadıkları ülke, Türkiye’ye güvenleri azalıyor. Mutsuz oluyor, o zamanda bu tip hislere kapılıyorlar. Ben bu hissin 10 yıl sonra daha da artacağını düşünüyorum, çünkü şimdiki çocuklar OKS yüzünden oyun bile oynayamaz hale geldiler. Yani geç kalmışlık duygusuna veya “Bu yaşa geldim hâlâ bir şey olamadım” hissine mi? Evet. Yaşlanma duygusu veya “bir şeylere geç kaldım” duygusunun altında yatan en önemli nedenlerden biri de ne istediğini bilmemek. Bana gelenlere ne istediklerini sorduğumda ne istemediklerini söylüyorlar, ama ne istediklerini bilmiyorlar. Bir de şimdiki gençler her şeyin bir an önce olması gerektiğini düşünüyor. Örneğin, kendilerine teklif edilen maaş, onlara baba evindeki imkânları sağlamıyorsa yıkılıyorlar. Ancak babalarının, kendileri baba evindeyken 15 yıldır çalıştığını hesaba katmıyorlar. Gençlerin her şeyin bir an önce olmasını istemelerinin bir nedeni de, “gençliğimiz gitmesin, harcanmasın” düşüncesi olabilir mi? Gençler, geleceklerini garantiye almak için üniversite kazanmaları gerektiğine şartlanıyorlar, ÖSS’de de neyi kazanırlarsa onu okuyorlar, ilgileri olsun olmasın. Üniversiteyi bitirince de ilgi duymadıkları alanlarda çalışmaya başlıyorlar. Oysaki hayat böyle geçebilecek bir şey değil. Hayatınızı dış koşullar belirlediğinde birtakım sıkıntılar geliyor. İstemediği bir şeyi yapan insan kendisi olmaktan çıkıyor. Yaşama zevki, hayata karşı duyduğu heyecan azalıyor. “Youtube’u, vs’yi kurdu zengin oldu”, “bir şarkıyla 18 yaşında bilmem kaç milyon dolar kazandı” gibi çok genç yaşta zengin olanların haberlerini, dünyayla iletişimin kolaylaştığı bu dönemde çok sık duyar hale geldik, acaba geç kalmışlık hissinde bunların etkisi var mı? Olabilir, fakat gençler bu haberleri okurken, bu yolda harcananların da olduğunu bilmeliler. Sadece başarılı olanların haberi yapılıyor, duyuluyor. Onlar güzel bir fikir bulmuşlar, bu fikri hayata geçirip başarılı olmuşlar, biraz da şansları yaver gitmiş. Ancak böyle bir şey yapamamak da başarısızlık anlamına gelmiyor. Bildiğimiz anlamdaki yaşlanma korkusuna dönersek, mesela ben iki ay sonra 24 yaşında olacağım. Bende de bu hissiyat var. Çağımız imaj kaygısının önde olduğu bir çağ, bir nevi imaj çağı. Örneğin televizyonlarda veya dergilerde, sürekli yaşlanmayı engelleyen kremlerin reklamlarına rastlıyoruz. Bunlar mı bizi koşullandırıyor bilmiyorum ama, ister istemez yaşlanmaktan korkuyor insan... Her yıl yaşlanıyoruz tabii ki, bu bir gerçek, öncelikle bunu kabullenmek lazım. Ancak yaşlanmak ile ihtiyarlamayı da birbirinden ayırt etmek gerek. İhtiyarlamak sadece fiziksel değil ruhsal da bir şey. Bugün 60 yaşında olup da dünyayı gezen, okula giden ve bunun gibi birçok şey yapan tanıdıklarım var, onların yaşlı olduğunu söylemek mümkün ama ihtiyarladıklarını söylemek mümkün değil. Önemli olan da odur. Bunun için ise, önce ne istediğini bilmek sonra da onun için çalışmak gerekiyor. LEYLA NAVARO (psikolog) Eskiden 4550 yaşlarında ölünürdü. Dolayısıyla 25 yaşlar, daha sonra da Cahit Sıtkı misali 35 yaş yolun yarısı ederdi. Zamanla çıta yükseldi. 4045’ler yaşlanma korkusu ya da söylemini getirebiliyor. Ancak yaşlanma korkusunun aslında bir yaş sınırı yoktur. Bu durum yaşamdan doyum alamamakla ilintilidir. İstediklerini yapamamış olmak, kendini ya da hayallerini gerçekleştirememek yılgınlık yaratır, bu da insanın kendini yaşam yorgunu hissetmesine neden olur. Yaşlanmak yaşam yorgunluğu, yaşam engellenmişliğidir. Üstelik artık tüm doğal süreçlerimizin patolojileştirilmesi gibi (örn. menopoz) yaşlanma da tüketim toplumunun bir metası oldu. Sanki tutulunmaması gereken bir hastalıkmış gibi yaşlanmayı önleyecek haplar, diyetler, egzersizler, yaşlanmayı gizleyecek kremler, bakımlar CEM ATAKLI (psikiyatr) ECE OFLUOĞLU (22 yaşında) Ara ara, özellikle çalışmadığım, zamanımı boş geçirdiğim anlarda “yaşlanıyorum” kaygısına kapılıyorum. Psikoloji okuyorum, seneye 4. sınıfta olacağım. Bitirince bölüm seçmem gerekecek, ama hâlâ ne seçeceğime karar veremedim. Oysa bir an önce karar vermem, bir şeyler yapmaya başlamam gerekiyor, zaman geçiyor. Bu arada hayatımda diğer ters giden şeyleri düzeltmek için de çaba gösteremiyorum. “Evet, bugün hayata yeniden başlıyorum” diyecek gençlik enerjisini bulamıyorum kendimde. Eskiden insanlar bizim yaşımızda evleniyorlardı, çocuk yapıyorlardı. Şimdi okulu bitireceksin, iş bulacaksın, işe başlayacaksın, para kazanacaksın... Yaş kim bilir kaç olacak. Aslında master, doktora yapayım diyerek hayatı ertelememiz yüzünden belki insanların gençlik yaşama süreleri artıyor, ancak o noktada da yaş büyüdüğü için gelecek kaygısı devreye giriyor. Fotoğraf: Uğur Demir