09 Ocak 2025 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

OOOF OFF LINE Tanol Türkoğlu (tanolturkoglu@Gmail.com) BİLİM TARİHİ Nefret suçları sadece eylemi değil söylemi de içermeli. Nefret söylemi ifade özgürlüğünün arkasına saklanıp varlığını sürdürüyor. Umalım ki eylem ile başlayan farkındalık söylemi de kapsar hale gelir. Nefret Eylemi, Nefret Söylemi Başbakan Erdoğan’ın 30 Eylül’de açıklamış olduğu demokratikleşme paketi içindeki konulardan bir tanesi de nefret suçlarına yönelik cezaların artırılmasına yönelikti. Kişinin dili, ırkı, milliyeti, rengi, cinsiyeti, felsefi ya da dini inancı ya da mezhebine karşı işlenen suçların cezası bu kapsamda artacak. Bilmediğimden merak ediyorum; bir suçun nefret saikiyle işlenmiş olup olmadığı nasıl tespit edilecek? Beyana (itiraf) göre mi yoksa yoruma göre mi? Örneğin Hrant Dink cinayeti bir nefret suçu mu yoksa siyasi bir suç mu? Nefret suçuna gelmeden önce idrak edilmesi gereken temel olgu nefret söylemidir. Söylemin illa ki eyleme dönüşmesi gerekmez. Eğer birisi çıkıp da “burada şu dinin/mezhebin/politik görüşün/kişinin/cinsel tercihin vb. propagandasını yaparsanız sizi yakarım” demesi nefret suçuna (yakana kadar) girmeyecek ve yukarıda anılan paket kapsamında ele alınmayacaksa Türkiye 2.0 olma yolunda ileriye doğru pek bir adım atamamış demektir. Çünkü günümüz bilgi toplumunda nefret olgusunun eyleme dönüşmeden önce söylem boyutunda bile rahatsız edici bir olgu olduğu toplumsal anlamda kabul edilmiştir. Bilindiği üzere nefret söyleminin en büyük savunması ifade özgürlüğüdür. Bir başka deyişle nefret söyleminde bulunanlar çoğunlukla bu söylemlerini ifade özgürlüğü kapsamında düşüncelerini dile getirmek olarak yorumlar ve bunun masum bir özgürlük kullanımı olduğunu savunurlar. Oysa ifade özgürlüğü kişinin kendi düşüncelerini başkalarına eylem ya da söylemde sataşmadan dile getirebilmesi demektir. Çok basit bir örneği yeniden anımsamakta fayda var. Karşınızdaki kişiye “o öyle değil, doğrusu budur; sen yanlış düşünüyorsun” demek ifade özgürlüğü kapsamından çok nefret söylemi alanına girer. Bunun ifade özgürlüğü açısından yeniden ifade edilmiş hali şu olabilir: “Senin düşüncene katılmıyorum; bu konuda bence doğru olan budur”. Görüldüğü gibi her iki ifade de neredeyse birbirinin aynısı. Ancak arada dağlar kadar fark var. Birinci ifadede karşıdaki kişiyi dolaylı yoldan bir sindirme, korkutma var. Sen yanlış biliyorsun, doğrusu bu demek kişiyi manipüle etmenin çok ötesinde tehdit etme alanına girer. Bu ifade aynı zamanda karşıdaki kişiyi küçük görme, yetersiz görme anlamına da gelir. Bu ifadeyi kullanan kişi, sıfatı, deneyimi, unvanı, bilgi birikimi vb her ne olursa olsun hangi hakla kendi düşüncesinin daha doğru olduğunu bilmektedir kendi kendisinin şahidi olmanın ötesinde? Öte yandan “senin düşüncene katılmıyorum; bu konuda bence doğru olan budur” şeklindeki bir ifade öncelikle her iki tarafın da “eşit ve denk” olduğunu kabul etmektedir. Senin bir fikrin var, benim bir fikrim var. Sen ona inanırsın, ben buna inanırım. Bunlar her bireyin doğal hakkıdır ve bundan dolayı kimse kimseyi eleştiremez. Sesi yüksek çıkanın borusunun öttüğü bu coğrafyada bu seviyede bir tolerans düzeyini yakalamak bellidir ki kolay bir iş değil. Ancak nefret eylemi ile başlayan sürecin nefret söylemine kadar genişlemesini de sağlamakta fayda var. Ancak dikkat ! Nefret söylemi iki ucu keskin bıçak gibidir. Sonra televizyon kanalları, siyasi ya da spor programlarına çıkaracak konuk bulamaz hale gelebilirler. O Osmanlılarda müziğin gelişmesi ile modernleşme çabaları arasında ilişki olduğu görülmektedir. Osman Bahadır bahadirosman@hotmail.com Muzıkai Hümayun adlı bir askeri müzik kurumu oluşturmuştu. Özellikle de bu kurum üzerinden Batı müziğinin etkisiyle müzikte armoniye yer verilmeye başlanması, Avrupa tekniğinin Osmanlı müziğine girişini kolaylaştırmış ve hızlandırmıştır. Muzikaı Hümayun’un gerçek kurucusu olan Giuseppe Donizetti, askeri bandonun repertuarını genişletti, öğrenmesi kolay olan hafif parçalarla bando müziğinin yayılmasını sağladı. III. Selim, opera izleyen ilk Osmanlı padişahıdır. 1797’de yabancı bir topluluk tarafından padişah huzurunda ilk kez bir opera sahnelendi. Muzikai Hümayun’un kurulmasıyla, müzikte Batı etkisi güçlendi ve Saray dışında da etkisini göstermeye başladı. Operalar, operetler, müzikli oyunlar o dönemlerde kurulan tiyatrolarda sahnelenmeye başladı. Örneğin 1870’li yıllara kadar açık olan Naum Tiyatrosu, Verdi’nin, Donizetti’nin ve başka ünlü bestecilerin eserlerini sahnelemişti. Bu tiyatroya Abdülmecit de ilgi göstermiş ve desteklemiştir. Ünlü besteci Franz Liszt, sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın daveti üzerine 1847 Haziran’ında İstanbul’a gelmiş ve Saray’da, Avusturya Sefareti’nde ve Fransız Sefiri’nin Büyükdere’deki yazlık köşkünde (Salle Franchini’de) üç konser vermişti. Almanya, İtalya, Rusya ve Polonya’dan gelen çeşitli orkestralar ve bandolar da, bu yıllarda İstanbul’da konserler verdi. Batı müziğinin Saray’da etki yaratmaya başladığı yıllarda, klasik Türk müziğinin son büyük ustaları da Saray’da bulunuyordu. Özellikle Hamamizade İsmail Dede Efendi’nin Saray’daki etkisi büyüktü. II. Mahmut, Batı müziğine de, klasik Türk müziğe de ilgi duyuyordu. Bu yıllarda klasik Türk müziğini çok sesli hale getirme çabaları da başladı ve 19. yüzyılın ikinci yarısında da yaygınlaştı. II. Meşrutiyet döneminde müzik artık, Saray ve mevlevihaneden çıkmış, daha geniş bir toplumsal kesime yayılmaya başlamıştı. Konser salonlarının sayısı çoğalmış, ayrıca fonograf ile gramofonun yaygınlaşmasıyla müzik, seçkinlere özgü bir etkinlik olmaktan çıkmıştı. Ayrıca senfonik orkestra müziğinden klasik şarkılara ya da hafif müziğe kadar her tür müzik dinleyicisinin kendi kitleleri oluşmuştu. Artık orta dereceli okullarda, meslek okullarında, yabancı özel okullarda, Batı müziği veya Türk müziği ders olarak okutulmaktaydı. Tiyatro ile müzik bölümlerinden oluşan Darülbedayi’nin 1914’te kurulması, ülkemiz tarihinde müziğin kurumsallaşması bakımından önemli bir dönüm noktasıdır. Darülbedayi’nin müzik bölümü 1916’da kapatılmışsa da, 1917’de Darülelhan adıyla müzik okulunun kurulması, müziğin kurumsallaşmasının devam etmesini sağlamıştır. Ulusal müzik konservatuarı niteliğindeki bu okulda ilk kez müzik eğitimine geçildi. Batı müziği bölümü de bulunan bu kuruluşta müzik araştırmaları da yapılıyordu. Klasik eserlerin notaya alınmasıyla Anadolu’da halk türküleri derleme çalışmaları da ilk kez bu kuruluşta başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden çekilirken, başlıca özelliklerini saymaya çalıştığımız, her şeye rağmen küçümsenemeyecek bir müzik mirasını bırakmış bulunuyordu. Osmanlılarda müzik smanlılarda kuruluş asrındaki müziğin kaynaklarının önemli bir bölümünün, İslam dünyası müzik geleneğine dayandığını söyleyebiliriz. Elbette gerek Osmanlı müziğinin, gerekse kendisinden önceki İslam dünyası müziğinin etkilendiği eski Yunan, eski Türk ve İran vb. kaynakları da var. Örneğin müzikte ölçü kavramının girişi eski Yunan etkisiyle olmuştur. Farabi’nin çalışmalarıyla müzik kurallarının belirlenmesinde önemli adımlar atılmıştı. İbni Sina’nın, Sabit bin Kurra’nın, Ebul Vefa’nın da eserlerinde müzik sanatıyla ve aletleriyle ilgili bilgiler verdiklerini biliyoruz. Ancak İslam düşünce dünyasında Gazali sonrasında dogmaların akla egemen olması, bilimi, felsefeyi etkilediği gibi müziği de etkilemiştir. Müziğin icrasının dine uygun olup olmadığı tartışmaları daha sonraki yüzyıllarda hiç eksik olmamıştır. Bugün müziğin dine uygun olmadığı sözleri şaşkınlıkla karşılanıyor. Fakat bu tür görüşlerin ve yorumların İslam dünyasında bin yıla yaklaşan bir geçmişi vardır. Osmanlı medreselerinde müzik eğitimine yer verilmemesinin nedeni de bu anlayışın varlığıdır. Oysa Gazali öncesi İslam dünyasında Aristoteles’in bilimlerin sınıflandırılmasında esas aldığı dört bilim (aritmetik, geometri, astronomi ve müzik) ayrımı geçerliydi ve müziğe diğer bilimler kadar önem veriliyordu. Osmanlı tarihinde müzikle ilgili eserlerin sayısının en az olduğu dönem, Fatih’in ölümüyle 17. yüzyılın başı arasındaki yaklaşık birbuçuk asırlık dönemdir. Bu dönemde müzikle ilgili çok az Franz Liszt’in Büyükdere eser yayınlanmıştır konseri afişi ve üstelik bu eserlerin birçoğu da müziğin reddine yönelik açıklamaları içeren eserlerdir. Osmanlılarda başlıca müzik ortamları, 19. yüzyıla kadar Saray, mevlevihaneler ve bazı konaklar oldu.19. Yüzyılın başlarında Batı müziğinin ilk etkileri de, Batı etkilerine en açık durumda olduğu için Saray’da başladı. Mevlevihaneler ise müzikle ilgili dini baskı ve yasaklamaların bulunmamasından dolayı klasik müziğin geliştiği yerler oldu. Ancak Osmanlı Türklerinde 17. yüzyıldan önce nota kullanılmadı. İlk defa Saray müzikçisi Ali Ufki, 1650’de saz eserlerini Avrupa porte notasıyla yazdı. (Fakat Ali Ufki’nin bu girişiminden sonra 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlı müziğinde Batı notası görülmedi). Daha sonra da 17. yüzyılın sonunda Dimitri Kantemiroğlu ve Nayi Osman Dede, harf notası sistemiyle eserlerini kayda geçirdiler. 1813’te Hamparsum’un geliştirdiği kendi adıyla anılan harf notası ise, Batı notasının yaygınlaşmasına kadar kullanıldı ve onun sayesinde birçok beste unutulmaktan kurtuldu. Nota sisteminin kullanılmasından önce Osmanlı müzisyenleri şarkıları ancak hocalarından birkaç kez dinleyerek öğrendikten sonra uygulayabiliyorlardı. Nota sisteminin Osmanlılarda başlamasının başlıca nedenleri olarak, Batı kültürel etkisinin Osmanlılarda başlamasını ve Türk müziği bestelerinin sayısının artmasını gösterebiliriz. II. Mahmut, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan sonra, Mehterhane’yi de kapatarak onun yerine CBT 1386 12 / 11 Ekim 2013
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear