05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

POLİTİK BİLİM Aykut Göker http:/www.ınovasyon.org;hagoker@ttmail.com Görüş ‘Yaratılışçılar’ bir sempozyum düzenlemişler... 1617 Mayıs’ta, bir üniversitede, Marmara Üniversitesi’nde! Geçen hafta “lütfen üniversite olarak ses verin” demiştim; vazgeçtim... Bilim Akademisi: İşlevini Arayan Bir Kuruluş Türkiye Bilimler Akademisi’nin siyasal çalkantıların içine düşmesiyle birlikte, kurulan Bilim Akademisi Derneği zorlu bir varoluş mücadelesine girdi. Akademik topluluk da son dönemde derin sessizlik içine girdi.. Geçmiş yılların, seslerin gür bir biçimde yükseltilmesine yönelik çağrıları da artık pek duyulmuyor. Karşılaşabileceği bu tür güçlükler Bilim Akademisi Derneği’nin yüksek olasılıkla kendi başına vereceği savaşımı daha da değerli kılacağa benziyor.. Engin Bermek TÜBA Eski Başkanı, enginbermek@yahoo.com.tr ‘Bilim Politikası’ ve ‘Siyaset’... Başlıktaki ‘bilim politikası’ yerine ‘teknoloji politikası’ ya da ‘yenilik’politikası’ sözcüklerini de rahatlıkla koyabilirsiniz. Bu köşeteknik meseleler’ olarak gören ya da de ele alınan konuları salt ‘t böyle olduğunu sanan bazı okurlar son zamanlarda yazdıklarımdan biraz rahatsız olmuş gibiler... Galiba, ‘sen de işi artık hepten siyasete vurdun’ diyecekler ama, nedense açıkça yazmıyor; söylemiyorlar. Böyle düşünülmesini garipsiyorum. Tam 12 yıldır bu köşede, hep bilim, teknoloji, sanayi ve yenilikçilik politikalarından söz etmiyor muyum? Peki bu politikaların temelinde ne var; ‘siyaset’ değil mi? Buradaki ‘politika’ sözcüğünü, İngilizcedeki ‘policy’ sözcüğünün karşılığı olarak kullanmıyor muyuz? Onlar ‘science policy’, ‘technology policy’ diyorlar; biz ‘bilim politikası’, ‘teknoloji politikası’... Bu ‘policy’ sözcüğü, “işleri çekip çevirmede basiretli, akılcı tutum” ya da “yüksek prensiplerden çok, maddî çıkarları gözeten yönetim usul ve işlemleri”nin ötesinde “bir devlet ya da hükumetçe belirlenen amaç ya da hedeflere ulaşmak için kararlaştırılıp benimsenen ve izlenen yol” anlamına da gelmiyor mu? Bu köşenin ana konusu da, her ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de belirlenip uygulanması devletin/hükumetlerin sorumluluğunda olan bilim, teknoloji, sanayi ve yenilikçilik politikaları değil mi? Eğer bu sorunun yanıtı ‘evet’ ise, o zaman işin doğası gereği, bu politikalarla ilgili değerlendirme yapanlar da zâten siyasetle uğraşıyorlar demektir. Çünkü, hiçbir ülkenin anılan politikaları, iktidardaki siyasi partinin/partilerin siyasî programlarından, izledikleri siyasetten, siyasî tercihlerinden bağımsız değildir; olamaz da... Bilinen açık gerçektir; bu politikalar, ‘belirlenen amaç ve hedeflere ulaşılması’ için devlet katında, hükumet katında alınması gereken tedbirleri, kullanılması öngörülen uygulama araçlarını içerir. O tedbirler, o araçlar konunun muhataplarını, örneğin üniversite çevrelerini, örneğin sanayi çevrelerini, iş çevrelerini belirlenen hedeflere yöneltebilmek içindir. Öngörülen her bir tedbirin, aracın kamuya, aslında bütün bir topluma belli bir maliyeti vardır. Ama bu maliyetin toplumun katmanları arasındaki dağılımı farklıdır. Örneğin, sanayi kuruluşlarını ARGE yapmaya özendirmek için karşılıksız olarak verilen ARGE yardımlarını ele alalım. Bu yardımların ve bunu tamamlayıcı desteklerin meşruiyeti, sonuçta sanayi kuruluşlarına kazandırılacak ARGE yeteneğinin aynı zamanda bir toplumsal yarar da sağlayacağı; örneğin, ülkede yaratılan net katma değeri artıracağı varsayımına dayanır. Bu varsayıma dayanılarak kamu kaynaklarının dağıtımında çubuk sanayi kuruluşlarının lehine bükülür. Bellidir ki, bunun bedelini, en azından bir süre için, bazı toplum katmanları ödeyecektir. Peki, ya iktidardaki bir siyasî parti, aslında sanayi kuruluşlarının ARGE yeteneği kazanıp kazanmayacaklarını pek de dert etmeden, ülkenin değil, kendi siyasî çıkarları için, devlet sübvansiyonu olarak tek açık kapı budur deyip, bol kepçe ARGE desteği dağıtıyor ve bu desteğin sonucunun ne olduğunu hiç denetleyip değerlendirmiyor ve sonuçlarını kamuoyuna açıklamıyorsa? Bu eleştirilirse siyasete mi girilmiş olacaktır? Ya da bugün olduğu gibi, aklı başında bütün ülkeler, bilim ve teknolojide üstünlük kazanma peşinde koşar; eğitim, öğretim sistemlerini sürekli olarak bu önceliğin gereklerini yerine getirecek biçimde sürdürmeye çalışırken; iktidardaki siyasî parti, salt kendi siyasîideolojik anlayışının gereği olarak, mevcut eğitimöğretim sistemini altüst ediyor ve ülkede bilimi, teknolojiyi üretecek beyinleri kaynağında kurutuyorsa, bu konu bir teknik mesele olarak nasıl ele alınabilir... Galiba, yazdıklarımda ‘siyaset’ meselesine az bile girmişim... 1 993 sonbaharında Türkiye Bilimler Akademisi’nin bir kanun hükmünde kararname ile kurulmasını izleyen günlerdi. Yeni akademiyle ilgili hususların tartışıldığı bir toplantıda bir kurucu üye akademiyi çağı geçmiş bir kurum olarak tanımlayarak herkesi şaşırttı, düşünceye sevk etti. Aslında diğer kurucu üyeler için pek de yüreklendirici olmayan bu saptamada belirli bir doğruluk payı vardı. Bilim akademisi gerçekten ilk örneklerinin kuruluşuyla birlikte altın çağını yaşamış, daha sonra benzer bir başarıyı tekrarlama fırsatı bulamamış bir kuruluş. Akademinin Batı Avrupa’daki klasik örnekleri ortaya, 17. yüzyılın önde gelen bilim insanlarının ortak girişimleriyle çıktı. İleri görüşlü bazı devlet adamlarının desteğini de alan bu akademiler birer bilimsel dernek kimliğiyle faaliyet gösterdiler. Zamanın bilimsel üretkenlikten uzak üniversitesinin aksine, mensuplarına özgür bir araştırma ve tartışma ortamı sağlayarak bilim devrimini gerçekleştiren kuruluşlar olarak tarihe geçtiler. Faaliyetlerinde, bu bağlamda üyelerinin seçiminde bilimsel liyakat, dürüstlük ve özgürlük ilkelerini esas alarak tüm zamanlar akademik anayasayı” için geçerli olacak bir ”a da ortaya koydular. İzleyen yüzyıllarda kendini yeniden yapılandıran üniversite, giderek yükseköğretimin yanı sıra bilimsel araştırma işlevini de üstlendi. Akademi böylece zamanın ileri araştırmalarının yapıldığı kurum olma özelliğini yitirmiş oldu. Ancak bu kez 19. yüzyıldan itibaren batıda ortaya çıkan ulus devletler ulusal kimliklerini temsil eden bir kurum olarak kendi akademilerini kurdular. Bilimin büyük saygınlık kazandığı bu çağda devletler bilimle özdeşleştirdikleri bu kuruma büyük olanaklar sağladılar ve devlet sıradüzeninde öncelikli bir yer verdiler. CBT 1315/8 1 Haziran 2012 Ortaya, klasik bilim akademilerinin yanı sıra, ikinci kuşak akademi olarak adlandırılabilecek, devletin en üst mertebedeki bilim kuruluşu sıfatıyla karar vericilere danışmanlık hizmeti vermesi beklenen bir yapı çıktı. Ancak bilimsel ilkelerle devletin yüce menfaatlerini ayrı tutarak hareket etmek bu yeni kuruluş için pek de kolay değildi. Maddeten devlete bağımlı olarak ne denli özerk hareket ede AKADEMİNİN GERÇEK İŞLEVİ bileceği de tartışmaya açıktı. Devlet bürokra NE? sisi ise akademinin etkinliklerini kısıtlayan, Türkiye Bilimler Akademisinin kurumaynı zamanda onu toplumdan uzaklaştıran bir sal özerkliğinin sonlandırılması diğer yandan etken olarak devreye girmişti. “akademinin gerçek işlevi nedir” sorusuna ya20. yüzyılda, özellikle bu yüzyılın ikinci yarısında bir dizi yeni ulusal akademi kuruldu.1 Yazının devamı 17. sayfada İ Kİ N C İ V E Ü Ç Ü N C Ü KU Ş A K AKADEMİLER Ama bu akademiler için yeni zorluklar belirmişti. Zira artık talip olabilecekleri işlevlerin hemen hepsi bilim ve teknolojinin toplumsallaşmasıyla birlikte ortaya çıkmış, rakip sayılabilecek kuruluşlar tarafından sahiplenilmişti. Akademinin bu işlevleri onlardan daha iyi yapabileceğini göstermesi gerekiyordu. Ayrıca 19. yüzyılda neredeyse sınırsız bir saygınlığa mazhar olan bilimin kendisine dönük eleştiriler, onu itibarsızlaştırma çabaları ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu üçüncü kuşak akademilerin kendilerini kamuoyuna tanıtmaları da kolay olmuyordu. Akademi, bilim insanlarının ödüllendirildiği seçkin bir kuruluş, bir nevi sırça köşk olarak algılanmaya başlamıştı. Bunun topluma yansıması haliyle pek olumlu değildi. Akademinin varlık nedeni ve ona sağlanan kamu kaynağının gerekçeleri giderek daha sık sorgulanıyordu. Böylece günümüze, 21. yüzyıla gelindi. Dünyada halen yaklaşık 100 ulusal bilim akademisi mevcut. Bunların kuruluş tarihleri itibarıyla oluşturdukları spektrumun bir ucunda klasik modelin temsilcisi olarak 17. yüzyılda kurulmuş akademiler, diğer ucunda ise üçüncü kuşağın 1990 yılından sonra kurulan son 15 akademisi yer alıyor. Akademiler ayrıca “kuruluş biçimleri, kuruluşa esas teşkil eden gerekçeler, yapıları, işleyiş biçimleri ve etkinlik alanları açılarından bulundukları ülkenin bilim anlayışını yansıtan farklılıklar gösteriyorlar”.2 Bu farklılıklar bir yerde onların yukarıda sözü edilen akademi kuşaklarından hangisine ait olduklarına ilişkin ipuçları da sunuyor. Üçüncü kuşak bilim akademilerinin batı kültür dünyası dışında, özellikle gelişmekte olan ve/veya yeni ortaya çıkan devletlerde kurulmuş olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Bu yeni akademilerin ülkelerindeki bilim topluluğunun yeterince güçlü ve toplum nezdinde ağırlıklı olduğunu söylemek de zor. Dolayısıyla siyasal çalkantıların içine düşmeye, siyasal müdahalelere özellikle açıklar.3 En son kurulan akademiler grubu içinde yer alan Türkiye Bilimler Akademisinin kuruluşundan sadece 18 yıl sonra, hükümetin çıkardığı yeni bir kanun hükmünde kararname sonucu, böyle bir müdahaleye yenik düşmüş olması sanki bu tespiti doğruluyor.4
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear