26 Haziran 2024 Çarşamba Türkçe Subscribe Login

Catalog

24 EYLÜL 2010 CUMA cEGE P A TİK A HALUK IŞIK 3 Örgütlenme Kültürü İnsanlık, bugünlerde ve yine bir tragedya yaşıyor. Öncelikle Roman dostlarıma, Roman derneklerine sormak isterim. Fransa’da sürgüne zorlanan romanlardan, acaba haberleri var mı? Varsa, niye tepki göstermiyorlar? Bunun için, faciaların ille bizim başımıza mı gelmesi gerekiyor? İsterdim ki, bu tepkilerle hem Fransa’nın, hem de gizliaçık ırkçılığın maskesi indirilsin. Olmadı. Yapılmışsa, demek o kadar cılız bir itiraz olmuş ki, “Yurdum Kılındığında Tüm Dünya” oyununun yazarı olan bu arkadaşınızın bile haberi yok. “Rom ne demektir, bilir misiniz? “İnsan” demektir. Roman da “İnsanız”. Bunu siz bilmezseniz, başkaları nereden bilsin?” Nazi kamplarında ölen ve kayda bile geçmeyen 550 bin roman da anlatılıyordu o oyunda, günümüzde bu kimliğinden dolayı damgalanan insanlar da... Neyse, derdim oyun değil, yaşadığımız gerçeklerdir. İtiraf edelim ki, “demokratik kitle örgütü”nden “sivil toplum kuruluşu” gibisinden toplaşmalara evrilen birlikteliklerden; günü ve gündemi, insanı ve insanlığı, ülkeyi ve dünyayı ilgilendiren konularda, uygar, bilinçli ve kararlı tepkiler ve direnişler görememenin sıkıntısı içindeyiz. Sempatik temennilerden, duygusal dileklerden, kırılgan taleplerden öteye geçmeyen “duruş”ların, “demokratik kitle örgütü” kimliğiyle elbette uzaktan yakından ilgisi yoktur. Kentimizde bulunan çok sayıda roman derneğinden, yazarçizer örgütlerimize, bu tür toplaşmalara dair uzuuun bir liste yapabiliriz. Sahi, içimizde ve dışımızda onca “gelişme” yaşanırken, “alnında ışığı ilk hissedenlerimiz” neredelerdir acaba? Örgütlenme, gündelik, geçici ve soluksuz kimi “etkinlikler” için, örneğin yerel yönetimlerden sürekli ve ısrarlı biçimde para, mekan vb. talep etmenin ötesinde bir şey olsa gerek. Değil mi? Fransa’dan Sulukule’ye... Her yerde doğallaştırılan, tartışılmaz hale getirilen “Roman göçü” vesilesiyle, bir kez daha anımsatmak istedim. İşte böyle olduğu için, etkilenmeler kadar gösterilen tepkiler de “lokal” ve evcil kalmakta, kolaylıkla “marjinal” damgası yemektedir. Hatta bu tepkileri dillendirenler, provakasyonlarla kışkırtılan “sıradan insanlar” tarafından dövülmekte, linç edilmeye çalışılmaktadır. Peki, bu durum en çok kimlerin işine gelmektedir? Biraz düşünelim derim. Somut bir örnek daha verelim. Allianoi’yi kumla örtmeye başladılar, belki de bu yazı okunduğunda, operasyon bitmiş olacak. Bir söylentiye göre, dökülen kum değil, çimento. Haberlerde görmüşsünüzdür, gradeyler, kamyonlar, hummalı ve uzmanlıktan nasipsiz bir çalışma sürüyor. “Durun” diyen mahkeme kararı olduğu söyleniyor ki, ona pek bakılmıyor. Kum ya da çimento dökülmesi bittikten sonra, su kaplayacak Allianoi’nin üstünü. Böylece Yortanlı Barajımıza kavuşmuş olacağız. Ama orada da, bilimin söylediği birşeyler var, özetleyelim. Barajın ömrü, onlu yıllarla sınırlı olacak. Alüvyonlar, baraj alanını kapatacak. Böylece, Allianoi kum, çimento, alüvyon altında unutulup giderken, insanlar baraj kalıntılarına bakıp kalacak. Bunlara dikkat çekmek isteyen duyarlı insanlar, bu uğurda ellerinden geleni yapıyorlar, yaptılar. Sonuç mu? “Susuz yaşayamayız” gibisinden bahanelerle, orada yaşayanlar tarafından tehdit edildiler, pankartları parçalandı ve oradan uzaklaştırıldılar. İbsen’in “Bir Halk Düşmanı”nın sahnelenmesinin tam zamanıdır. Bulup okumanızı, sahnelenirse izlemenizi isterim. Zehirden para kazanacağını düşünen ve buna inandırılan “halk” başroldedir. Boşuna yazılmamıştır, aynen bugünleri anlatmaktadır. Türbanın rengi koyulaşmadan... ASUMAN ABACIOĞLU Havasından suyundan mıdır bilmiyorum İzmir’in türbanlı kızları da bir başka oluyor sanki. Daha bir renkli, daha bir parıltılı, daha bir kadınsı. Saten fuşya, canlı turkuvaz ya da yine parlak kumaştan göz alıcı renklerin karışımı türbanlarıyla, ojeli parmaklarını açığa çıkaran sandaletleriyle, vücut hatlarını ortaya koyan dar kesim tunikleriyle, saçları açıktaki genç kızlardan bile daha dikkat çekici olabiliyorlar. Bir yakınımın ifadesiyle “Bakmayın türban taktığıma, benim içim kıpır kıpır” diyorlar etraflarına adeta. Onlar, kendilerinin de aslında uzantısı oldukları ve sefasını sürdükleri bu özgürlükçü, modern ve açık görüşlü kentin giderek muhafazakarlaştırılmasına aracı olduklarının farkında mıdırlar acaba? nin tutucu erkekleri ve belki de annesi tarafından dört duvar arasına kapatıldığı, sosyal yaşamdan mahrum bırakıldığı hayatından, “namusluluğu”simgeleyen “türban” sayesinde kurtulup sokaklara çıkabilmek, gerçekten o genç kız için özgürlük sağlıyor. Bunun yanında saçını gösterme özgürlüğünden vazgeçmek onun için nedir ki? NAMUS MESELESİ... Diğer yandan başı açık hemcinslerinin toplum gözünde artık namuslu sayılmama durumuna düşmeleri, onlar için pek fazla bir şey ifade etmiyor. Başı açık gezmenin yasalar çerçevesinde yasak olmadığı bazı İslam ülkelerinde kadınlar bu haklarından kendi istemleriyle vazgeçiyorlar; daha doğrusu vazgeçmek zorunda kalıyorlar. Çünkü erkeklerin onlara yönelik tutumu, kadınların kendiliklerinden başlarını kapatmayı tercih etmelerine yol açacak derecede şiddet ve taciz yüklü. Sokakta başı açık yürüyemeyecekseniz, yasaların sizden yana olmasının bir önemi yok. Kısacası, toplumun giderek muhafazakarlaşması, yasalarda kadınlara her türlü hakkın tanınmasını çok da anlamlı kılmıyor. Zaten yasalar her zaman değiştirilebilir. İzmir’in her semtinde özgürce, neşeyle dolaşan, erkek arkadaşlarıyla el ele, göz göze, sarmaş dolaş gezebilen, renkli başörtüleriyle, alımlı kıyafetleri ve topuklu ayakkabılarıyla hala kadın olmanın keyfini yaşayabilen türbanlılar, ortada hiç başı açık kadın kalmadığında, hele siyah çarşaflıların ve peçelilerin sayısının giderek artmasıyla azınlık durumuna düşebileceklerinin farkında değiller. Bazı İslami yazarlar türbanın rengine, tuniklerin darlığına laf etmeye başladılar bile. Korkarım onların da şimdi yaşadıkları özgürlüklerin özlemini duyacakları günler gelecek. Asıl zulüm o zaman başlayacak ve ne yazık ki bunun ayrımına vardıklarında herkes için çok geç olacak. MODERN MEVZİLER... Her geçen gün sayıları fark edilir düzeyde artan türbanlı kadınların arasında İzmir’in özellikle bazı semtlerinde başı açık kadınların azınlığa düşmesine az kalmış gibi görünüyor. En azından başı açık kadınlarda uyandırdığı hissiyat bu yönde. Üstelik türbanlı sayısındaki fazlalaşma referandum sonrasında daha da artmış gibi gözüküyor. Trafikte cipleri ve diğer lüks arabaları kullanırken, alış veriş merkezlerinde, lüks mağazalarda, Kordon’daki kafelerde, Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’nda, Bostanlı sahilinde, yani aslında modern giyimli kadınların mevzisi olan yerlerde bile daha çok sayıda türbanlı kadını üçer beşer gruplar halinde görüyoruz. Onlar, İzmir’deki dönüşümün, değişimin gözle görülür ifadesini oluşturuyorlar. Oysa mini etekli, şortlu, ince askılı tişörtlü, dekolte bluzlu kadınları örneğin Kemeraltı’nda, Çankaya’da, Konak’ta ya da hiç yolumuzun düşmediği Limontepe, Kadifekale, Bayraklı gibi semtlerde artık pek göremezsiniz. Bu şekilde bu tür semtlere gitmek İzmir’de bile yürek ister. İzmir’in her semtinde özgürce, erkek arkadaşlarıyla sarmaş dolaş gezebilen, renkli başörtüleriyle, alımlı kıyafetleriyle hala kadın olmanın keyfini yaşayabilen türbanlılar, ortada hiç başı açık kadın kalmadığında, hele siyah çarşaflıların ve peçelilerin sayısının giderek artmasıyla azınlık durumuna düşebileceklerinin farkında değiller... Giderek normalleşen, hayatımızın bir parçası olan türbanın bir özgürlük simgesi olarak gösterilmesine ilişkin söylem üzerinde düşünürken, bu söylemin altındaki çelişkili doğruluğu kabullenmek zorunda kaldığımı itiraf etmeliyim. Genç kız ve kadınların “türban” sayesinde kazandıkları bu özgürlük, bir yandan da çok büyük bir çelişkiyi ortaya koyuyor. Ailesi ‘ C M Y B C MY B ‘ [email protected]
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear