25 Nisan 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Alfonso Signorini’den ‘Marilyn: Aşk... Ölene Dek’ Acı sarı Biyografik roman yazarı Alfonso Signorini Marilyn: Aşk... Ölene Dek’te, Hollywood’un gelmiş geçmiş en büyük efsanelerinden biri olan Marilyn Monroe’nun hayatını anlatırken ünlü oyuncunun pırıltılı dünyasından çok, ruhundaki boşluklara ve duygusal iniş çıkışlarına odaklanıyor. Ë Esen TEZEL ollywood, tarihi boyunca birçok yıldız yetiştirmiş bir fabrika. Bu yıldızların kimi kısa süreliğine parlamış, kiminin değeri sonradan anlaşılmış, kimi kitleleri peşinden sürükleme konusunda diğerlerinden daha başarılı oldu. Özellikle sinemanın, insanların yegâne eğlencesi olduğu dönemde Amerikan sinema endüstrisinin parlattığı isimler sadece Amerika’da değil, dünya çapında tanınan ve sevilen isimlere dönüştü, aslında bu sistem günümüzde de sürüyor. Fakat, kuşkusuz söz konusu isimlerden neredeyse hiçbiri Marilyn Monroe kadar güçlü ve etki alanı geniş bir büyü yaratmadı. Bu büyüde, Monroe’nun güzelliğinin ve cinsel cazibesinin yanı sıra ortaya çıkış zamanlamasının da hatırı sayılır bir etkisi var. NORMA JEANE İtalyan biyografi yazarı Alfonso Signorini, ünlü yıldızın yaşamöyküsünü temel alan romanında okuru önce Los Angeles’ın kenar mahallelerinden birinde yaşayan küçük ve sıradan bir kız çocuğu Norma Jeane’le tanıştırıyor. Norma Jeane’in sıradanlığını bozan ve onu diğer yaşıtlarından ayıran şey, olağanüstü güzelliğinin yanı sıra, son derece sağlıksız bir ortamda büyümesi ve ailesindeki hemen herkesin akıl hastalığından mustarip olması. Küçük kızın dedesi bu sebeple hastaneye kapatılmış, çok geçmeden anneannesi de aynı akıbete uğruyor, en sonundaysa sıra annesine geliyor. Bu tımarhane geçmişi, Norma Jeane’in Marilyn Monroe olduktan sonraki tüm hayatına ve iç dünyasına da damgasını vurması bakımından önemsenmesi gereken bir ayrıntı. Çünkü Marilyn Monroe yaşamı boyunca “Acaba beni de mi aynı akıbet bekliyor?” korkusunu zihninin bir köşesinde taşıyor ve dengesiz davranışlarının temelini esasen bu korku oluşturuyor. Norma Jeane, annesinin ilgisizliği ve kötü muamelesiyle geçen, sonrasında ise evlerinde sığıntı gibi yaşadığı ailelerden yetimhaneye uzanan çocukluğu boyunca sevilmenin ve dikkat çekmenin hayalini kuruyor; öyle ki, genç kızlığında bu hayal bir saplantıya dönüşüyor. Güzel bir kız olduğunun ve en ufak bir çaba göstermeden erkeklerin hayranlığını kazandığının farkında ama yaşadığı küçük çevrenin sıkıcı, tutucu gençleriyle yetinmemeye de kararlı. Yükselmenin yolunun erSAYFA 24 7 TEMMUZ H kekleri kullanmaktan, erkekleri kullanmanın yolunun ise bedenini ortaya koymaktan geçtiğini oldukça küçük yaşta keşfeden Norma Jeane, her ne kadar daha yirmi yaşında ilk evliliğini yapsa da içten içe bunun geçici bir süreç olduğunu ve “hayata saldırmanın zamanının geleceğini” biliyor. Gerçekten de kocasının çalışmak için Avustralya’ya gitmesiyle birlikte kendi amacına odaklanıyor ve ucu Hollywood denen ışıklı dünyaya açılan tünelde el yordamıyla ilerlemeye başlıyor. Burada ilginç olan ayrıntı, genç kızın aslında sinemaya gerçek bir ilgisinin, filmlere merakının olmaması; Norma Jeane sadece fark edilmek için ünlü olmak istiyor. Üstelik bunu büyük bir rahatlıkla kabul de ediyor. “Neden insanlar sadece bütün dikkatler üzerimde olduğu zaman sevildiğimi hissettiğimi anlamak istiyorlar?” diye soruyor kendi kendine. Genç kızın çocukluğuna dayanan bu açlığının bir an evvel doyurulması gerek ama Norma Jeane’in isteklerini gerçekleştirmek üzere harekete geçme kararı tam da İkinci Dünya Savaşı yıllarına denk geliyor. İnsanlığın bu olağanüstü hal döneminde Amerikalılar da eğlenceden çok ülkelerini desteklemeye ve maddi sıkıntıları atlatmaya önem veriyor. Norma Jeane, Hollywood merdiveninin basamaklarını fotomodellikten başlayarak tırmanmak istiyor ama o sıralar ortam buna hiç müsait değil: “Savaştan dolayı moda haberleri de pek rağbette değildi; insanların başlarında başka dertler vardı, kimse ne sinemada ne de dergilere bakarken hayal kurmak istemiyordu.” Fakat hayatın bir paradoksu olarak, Norma Jeane’e ilk modellik fırsatını da yine savaş sunuyor ve genç kız, savaş faaliyetlerine dayalı işlerle ilgili bir haber için fabrikadaki kadın işçiler arasından yeni bir yüz arayan bir fotoğrafçıya poz veriyor. Ufak tefek çekimlerle başladığı modellik kariyeri, savaşın bitmesi ve insanların güzel kadın imajlarıyla gönül şenlendirme isteklerinin tavana vurmasıyla birlikte hız kazanıyor. Norma Jeane’in en önemli ve belki de onun çok hızlı yükselmesini sağlayan fiziksel özelliği, ifadesinin masumiyet ve seksapeli bir arada barındırması. Böylece sadece erkekleri değil, başka bir yönüyle kadınları da kazanmış oluyor. “O kadar masum ki kadınların hoşuna gidiyor ve o kadar edepsiz ki erkeklerin de hoşuna gidi2011 yor.” Komşu kızı havası, Amerika’nın dört bir yanındaki genç kızların kendilerini onunla özdeşleştirmelerini kolaylaştırıyor. Öte yandan bu genç kızda şeytani bir zekâyla ahmaklığa yakın bir boş kafalılığın bir arada barındığını da söylemek mümkün. Norma Jeane’in zekâsı, moda dünyasına girerken de sinema endüstrisine geçerken de daha ziyade kurnazlık, fırsatçılık ve doğru insanlarla farklı içerikli ilişkiler kurma şeklinde tezahür ediyor. HOLLYWOOD YOLLARI Sinema sektörüne ilk girdiğinde, sektörün her yenisi gibi 20th Century Fox’un kötü yapımlarında figüran olarak rol alan Norma Jeane, daha doğrusu “kulağa daha yumuşak ve imalı geldiği” düşünülerek seçilen yeni adıyla Marilyn Monroe, başka figüranlar gibi bu kadarıyla yetinmeyip hedefleri konusunda ısrarcı davranarak sabırla keşfedilmeyi bekliyor, doğru hamleler yapmaya çalışıyor ama bu arada, zaman zaman kendisini yokladığını hissettiği depresyon tehlikesi her seferinde onda ciddi bir panik yaratıyor. En büyük korkusu, annesi, anneannesi ve dedesinin düştükleri tünele düşmek. Fakat bunlar onun daha iyi günleri, çünkü şöhret ve onun beraberinde getirdiği baskı arttıkça gerçek ten de annesi gibi sinir krizlerinin, alkol ve ilaç bağımlılığının pençesine düşecek. Marilyn, Hollywood’da hızla yükselmeye başladığı dönemde ünlü beyzbol oyuncusu Joe DiMaggio’yla ikinci evliliğini yapıyor. Bir yandan da, artık milyonlarca hayranı olan filmler çeviriyor. Ne var ki, her zaman sahip olmak istediği şöhretin onun için bir mutluluk değil, bitmeyen bir huzursuzluk kaynağı olduğunu keşfetmesi de aynı döneme denk geliyor: “Ünlü olmak onu mutlu etmiyor, devamlı flaşların altında yaşamak Marilyn’de sadece endişeye yol açıyordu. Bu, işinin en az sevdiği yönüydü. Bütün hayatı boyunca Marilyn Monroe olmak istemişti ama ünlü olmanın nasıl bir yük getireceğini hesaplamamıştı: İnsanlar onda bir kadın değil, bir hayalin vücut bulmuş halini görüyordu. Ondan kendi hayallerini beslemek ve yenilemek için şuh kahkahalar, seksi pozlar, geçici skandallar istiyordu.” Bu tespit aslında sadece Marilyn Monroe hakkında değil, genel olarak toplumşöhret ilişkisi hakkında önemli bir şey söylüyor: Kitle şöhrete tapar ama aynı zamanda da onu kullanır; işine yaramadığını hissettiği anda da buruşturup çöp sepetine atar. Marilyn, yaşadığı sıkıntılı dönemin acılarını hafifletmek için ilaç kullanmaya başlıyor ve giderek hapların kölesi haline geliyor. Bu arada evliliği de sona eriyor. Signorini kitabında ünlü oyuncunun bu dönemini bir tür kişilik parçalanması olarak anlatıyor; bir yanda milyonlarca insanın her hareketini merakla takip ettiği, hayran olduğu, arzuladığı bir şöhret var, diğer yanda ise kendisini dedikodudan bir ölçüde de olsa koruyan evlilik kurumunun koruyucu kanatları altından çıkmış, ruhsal çöküntüye meyilli, vesveseli ve yalnız bir kadın. Marilyn’in bu iki yönü arasındaki mücadele, hayatının sonuna dek hiç bitmiyor ve koşullar ne olursa olsun, her zaman huzursuz bir ruhla arafta kalmasına neden oluyor. Marilyn’in bundan sonraki evliliği, dönemin en ünlü oyun yazarlarından Arthur Miller’la. “Yaz Bekârı” filminin başarısını kutlamak üzere verilen bir partide Miller’la tanışan Marilyn onunla kısa sürede o güne kadarki ilişkilerinde yaşamadığı zihinsel derinlikte bir dostluk kuruyor. Signorini, hikâyesinde Marilyn’in bu isteğinin altında biraz da “boş kafalı, cahil sarışın” imajını yıkmak olduğunu ima ederken pek de haksız olmayabilir. Nitekim ünlü yıldızın, menajeri Charles’a “Ne olacak, benim entelektüel arkadaşlarım olamaz mı?” demesi de biraz bunu gösteriyor. Bu arkadaşlık bir süre sonra bir tür aşka dönüşüyor ve Marilyn, kim bilir hayatında kaçıncı kez, hayatının geri kalanını bu adamla geçirmek istediği yanılsamasına kapılıyor. Marilyn Monroe’nun hayatı boyunca kronik tatminsizlikten mustarip olduğu zaten bilinen bir gerçek ama dünyanın gelmiş geçmiş en büyük efsanelerinden biri olan bu güzel kadının çaresizce aşkı bulmaya ve tanımlamaya çalışmasına şahit olmanın yine de üzücü bir yanı var. Monroe’nun, eşi Arthur Miller’la bir sohbetini anlatan sahne adeta onun bu hazin durumunun bir özeti. Abelardus ve Heloise’in hikâyesi hakkında konuşurlarken Marilyn Arthur’a “Hayatta bu kadar çok sevgi nasıl verilir?” diye sorduğunda Arthur, “Çok kolay, o kadar sevgiyi görmüş olmak gerek” diyor. Ne çocukluğunda böyle bir sevgi gören ne de Hollywoood’un gösterişli ve sahte dünyasında içten bir yaklaşımla karşılaşan Marilyn, kendisinin hiçbir zaman teslim olma noktasında bir aşk yaşayamayacağını içten içe biliyor: “Cezası buydu: Sevmek için doğmuştu ama bunu yapmaktan acizdi.” Ün sahibi olmanın, erkeklerle yaşadığı ilişkilerin, çevirdiği filmlerin ya da zengin bir hayat sürmenin, ruhundaki boşluğu kapatamadığını gördüğü noktada da kendi yaşamıyla ilgili en önemli kararını veriyor. Marilyn: Aşk... Ölene Dek/ Alfonso Signorini/ Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı/ Turkuvaz Kitap/ 238 s. ¥ Norma Jeane’in en önemli fiziksel özelliği, ifadesinin masumiyet ve seksapeli bir arada barındırması. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1116 CUMH
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle