25 Nisan 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Figen Şakacı’dan ‘Bitirgen’ Kar Büyümek ne kadar sancılı Figen Şakacı Bitirgen’de, ergenliğe adım atmak üzere olan kız çocuğunun babasına duyduğu o sonsuz aşkı, annesinin sevgisine duyduğu ihtiyacı ve kardeşlerinden beklediği ilgiyi, tüm yalınlığıyla dile getirirken belki de bu nedenle çok acıtıyor bizi. Bitirgen, çocukluğu anlatan pek çok eserden farklı olarak, bir kız çocuğunun gözünden, dilinden ergenliğe adım adım yaklaşma öyküsü. Ë Sevengül SÖNMEZ ocukluğumuza bugünümüzden bakıp da onu siyah ya da beyaz görmemek mümkün mü? Prenses ya da külkedisi olmadığımızı kabullenmek o kadar kolay mı? Çocukluk dediğimiz zamanı belki de coğrafyayı didiklemek, orada gördüklerimizle yüzleşmek, onları kabullenmek ve her şeye rağmen yürümeye devam etmek... Bunların her biri bir çözümlemenin, bir yapılanmanın parçası değil de ne? Edebiyat ve sanatın, insanı kendisiyle bu kadar yüzleştiren çocukluğa pek de ışık yaktığını söyleyemem. Otobiyografilerin ve anıların bir parçası olarak kalan çocukluğun başlı başına eser olduğu örnekler dünyada da çok değil. Sartre Sözcükler’de hayatının en önemli bölümü olarak gördüğü çocukluğunu uzun uzun anlatır. Nathalie Sarraute’un Çocukluk’u ise başlı başına bir çocukluk anlatısı ve eşsiz güzellikte. Yazar kitapta, hayali ikiziyle konuşarak kendi çocukluğunu kurcalar. Çocukluğunun üzerine düşen sis perdesini lime lime eder ve altından çıkanla yüzleşir. Türkçe edebiyat ise çocukluk dehlizinde okura ışık yakmıyor. Çocukluk üzerine yazılmış metinlerin pek çoğunun yazarın yazdığı çağın bakışıyla kurulduğunu, pek çoğunun da geçmişi özlemle andığı metinler olduğunu söylemek mümkün. Yine de Bilge Karasu’nun Altı Ay K Ç Bir Güz’ünü ve elbette Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri’ne haksızlık etmemek gerek. Özlü bu kitapla bizi genç kadın olmaya adım adım yaklaşan bir kızın yalnızlığına çeker, bu yalnızlık soğuklukla eş bir duyguyla hem ruhumuzu hem bedenimizi üşütür. Figen Şakacı Bitirgen’de işte tam da böylesi bir yerden, ruhumuzun ve bedenimizin üşüdüğü yerden yakalıyor bizi; çocuğun tek başınalığını, ayrıksılığını, ebeveynlerinden bile ne denli uzak olduğunu anlatıyor bize. Büyük bir açlıkla sevgiye kucak açışımızı, büyüklerimiz bizi sevsin diye neler yapabileceğimizi, anamızın babamızın en akla gelmeyecek halleriyle bile gurur duymak için bir neden arayışımızı hatırlatıyor. Şakacı’nın Bitirgen’indeki ergenliğe adım atayazan küçük kızın öyküsü, hepimizin öyküsü aslında. Gelenekleri kendine uydurmuş ve çevrenin ne diyeceğine sıkı sıkı bağlı kalmış orta sınıf bir ailenin kızı olmak, tatil diye hayatın aynen akıp gittiği bir yazlık kasabasına göçmek, orada ev işinden, tipik orta sınıf yaşantısından ve yalanlarından kopamadan, büyükleri tarafından sürekli azarlanarak ve dayak yiyerek büyümek. Bunlardan kaçmak için kendine gizli saklı köşelerde, deniz kıyısında bir kaya dibinde, ağaç kovuğunda bir hayat kurmak ve dünyayı tüm olup bitenlerin dışında, bambaşka bir gözle görmek. İşte Bitirgen’in öyküsü ya da Bitirgen öyküsü bütün bunlar. Şakacı’nın eşine az rastlanır mizahı, kendimize tuttuğumuz çok zaman da tutmaktan korktuğumuz aynanın yansımasında, başı mızdan geçenlere, dışarlıklı bir bakışın ürünü. Acımıza, kendimize ve etrafımıza bir kez daha bakmamızı salık veren ama bunu asla doğrudan söylemeyen bir üslubun ürünü aynı zamanda bu mizah. Bitirgen, Türkiye topraklarında bir büyüme öyküsü olarak zorlu bir zamana da işaret ediyor. 12 Eylül’ün etrafında dolanan ya da büyürken kafasına 12 Eylül düşen bir çocuğun gözünden olup bitenlere baktığımız sayfalar oldukça çarpıcı: “Televizyonda gördüm; Evren dediği yaşlı bir komutan, askerlere o emir vermiş, onlar da herkese dışarı çıkmayın diye yasak koymuş. Annem, genç genç çocuklar pisipisine gitti, onların anaları nasıl yaşar artık diyor? Niye gençler öldü, kim öldürdü onları; kafam çok karışık. Allah Evren’i gençleri öldürsün diye mi gönderdi yani, annelerine hiç mi acımadı?” Çocukken ölümle tanışmak, hem de en sevdiği insanları yitirmek. Bir çocuk için anlaşılmaz bir biçimde yok olmak. Kim kolayca anlayabilir ki ölümü, bir çocuk anlasın. Canından çok sevdiği iki kişiyi kısacık zaman diliminde kaybeden “Bitirgen”in acısı, çok sevdiği Müjde ablasına yazdığı mektupta isyana dönüşürken, biz de sevdiklerimiz bizi bırakıp gidince aynı şeyleri söylemek istiyoruz yetişkin halimizde bile. “Dostlar birbirini pat diye böyle bırakır mı? Niye gittin? Hani dostluğumuz ömür boyu sürecekti, hani ben yazar olunca kitaplarımı imzalayacaktım sana (…) Kim bilir büyüyünce nasıl bir kadın olacaksın diye merak edip dururdun ya. Şimdi ne olacak Müjde abla, kime göstereceğim ben büyüdüğümü?” Büyüdüğümüzü biliriz de kabullenmeyiz. İçimizdeki çocuk her fırsatta başını bir yerden çıkarıp bakar etrafa. Büyüme çağımıza tanıklık edenler bizde hem o çocuğu görür hem de o çocuğun büyümüşünü ve biz, belki de, o tanıklar dünyadan birer birer çekip gidince büyümeye başlarız. “Bitirgen”in dediği gibi: “Büyümek hem büyülü hem buhranlı bir şeymiş meğer. Bulutu gördün mü yağmura hazırlanmak demekmiş, kaçışlara açılan bir saçak altı, yolculamalara hazır bir durakmış. Ne ki yetmedi bildiklerim gördüklerime, her türlü ıssızlıkta ıslanmayı seçmiştim bir kere. Bu kez son demek, bir gençlik atasözü, bir ne oldum deliliğiymiş.” Ebeveynlerimizi geride bırakıp büyürken, onlara ve çocukluğumuza veda ettiğimizi sanıyoruz, oysa biz büyüdükçe onlar da çocukluğumuz da içimize kök salıyor, kocaman bir ağaç oluyor, Kökü kurumaya yakın, gövdesi sertleşmiş, yaprakları yüzünü güneşe dönmüş, başı dimdik bir ağaç. “Bitirgen”in acısını dile getirdiği ceviz ağacı gibi. “Ben seni anne, ben seni yıllar sonra tekrar o ağacın dibine yatırayım, yine kahkahalarla gülelim diye başında beklemiştim. Ben seni anne, o ceviz tanesi gibi içimde oldurmuş, canımdan can vermeye hazır durmuştum. Ama olmadı, artık o ağaç kurudu, artık o sırık kırıldı, artık o cevizlerin içi küf, artık o bahçe kuru, artık o yazlar yok... Artık ne bir kız çocuğunun günlüğü yetiyor anlatmaya her şeyi, ne cevval bir akıl, ne harlı bir kalp, ne de kabuğuna haiz bir ceviz... Olmuyor, böyle olmuyor.” Figen Şakacı, kökü kurumaya durmuş ağaçtan, o kuru bahçeden, içi küflü cevizlerden gökkuşağı yapıyor ve biz o gökkuşağının altından geçip çocukluğumuza gidiyoruz Bitirgen’in elinden tutarak. Bitirgen/ Figen Şakacı/ Everest Yayınları/ 94 s. Karl M manc bazı fa Alm “Dola tal’de ve Tü Ë E iş ve iç d k aynı zam kaynağ aradıkl ca Kap timali h daha ön mamış ilk bölü ğü”dür 1 SOYU Ahmet Erözenci’den babasına Bir Gölgenin Ardından Ahmet Erözenci, babasının yaşamının son günlerinde tuttuğu günceleri Bir Gölgenin Ardından başlığıyla yayımladı. Edebiyatla felsefe arasında gidip gelerek ördüğü bu günceyi, babası hastaneye son kez yatmadan birkaç gün önce, sonun yakın olduğunu hissettiğinde yazmaya başlamış. Erözenci de yitirmek üzere olduğu babasıyla ilgili düşüncelerini, sonra kendisinin ve yakınlarının, babasının böyle akıp yitmesine tepkilerini aktarmakla kalmıyor, aynı zamanda bunları irdeliyor: Mesela, lüm” kadar insanoğlunu tedirgin eden ne var? ergenlik yıllarında babasına edilgenliği, ortak anılarının azlığı nedeDüşünmemek, yok saymak, bunlar yetmediğinniyle kızdığını anımsıyor. İleriki yıllarda babasına kızmaktan vazgede onun sadece yaşamın bir türlüsünden başka çip, onu olduğu gibi kabullenmeye karar vermesibir türlüsüne geçiş olduğuna ni, kendi iç huzurunu korumaya yönelik bir tuinanmaya çalışmak ve takılmış daha yüz çeşit tum olarak yorumluyor. kulpa rağmen binlerce yıldır bir türlü bastıramadığımız en başat korkumuzun kaynağı deMesela, “Bunlar anı değil” diyor: “Geçmişimin ğil mi ölüm? düşündükçe aklıma gelen anlık yansımaları. Ama düşünmemle birlikte bir şekilde renk kazanıyorlar Ahmet Erözenci’nin bir tıp doktoru (aslında ve yaşandıkları zaman bir duyguyla özdeşleşmiş Üroloji Profesörü) olması, bu dramatik konuda olmasalar bile bellek albümümdeki o resimlere maalesef yanılma olasılığını azalttığından olacak, şimdi baktığımda, salt bu anıları hatırlayabildiğim babasının öleceği gerçeği karşısında içinde yıllardır için seviniyorum.” Ölüm nedeniyle akla gelenler birikmiş düşünce, anı, isyan, kızgınlık, sorgulama bazen eski yılların çeşitli hallerini bir kez daha yüart arda yüzeye vurmaya başlamış. zeye taşıyarak, insanın üzüntüsünü hafifletebiliLeslie Hill’in Maurice Blanchot konusunda yazılyor, drama uyumunu kolaylaştırıyor. mış bir kitapta (The demand of writing: Ed. C. B. Gill, RutledgeLondonNYC, 1996) söyledikleri “Babamın hastalığı süresince ölümü açık olaErözenci’nin bu kitabı için de geçerli: “Edebiyata rak hiç konuşmadık ama geçişini farkında olarak Ahmet Erözenci bir felsefecinin dürtüleriyle bakıyor” demişti L. Hill. yaşadığını bir şekilde biliyorum. Hayatı boyunca Ë Selçuk EREZ “Ö benden tek şey istedi, o da hastaneye yatmadan iki üç ay önceydi: Beni sonuna dek yalnız bırakma!” Babasının uykuda ölmesi, kalp atım tablosundaki eğrilerin, Ahmet onun elini tutarken silinmesi avutucu oluyor. Kitapta, sıra dışı anlatımlar yer alıyor: Babası yaşamının sonuna yaklaşırken Erözenci’nin annesi, onun artık kuşanıp sokağa çıkamayacağı giysilerini ihtiyacı olana dağıtmaya başlar. Buradaki yorum güçlü ve dokunaklı: “Sanki eşyalarını birer birer birilerine vererek babamı yavaş yavaş evden uzaklaştırıyorduk. Bugün bir gömlek, yarın bir kravat ve derken sanki öyle olacaktı ki, son gün geldiğinde sadece babam ve üzerindeki giysiler kalacaktı evde ve onu yolcu ettikten sonra evde ona ait olan dokunulabilir hiçbir şey bulunmayacaktı (...) Kimi anılar belleğimde sadece fotoğraf olarak kalmış, hareketlilik yok ama resim orada, gözlerimin hemen önünde. Kimi zaman iki fotoğraf arasında boşluk var, o boşluğu ama anlatılanlardan, ama hayal ederek kendim dolduruyorum (...) Ölen biri geride kalanların yaşamından hemen yok olmuyor. Fiziksel varlığı, kullandığı eşyalarda, giysilerinde, ortada açık bırakılmış son okuduğu kitapta, sevdiği koltukta, bir gün önceki gazetenin yarısını çözebildiği bulmacasında, içindekilerin yarısı içilmiş sigara paketinde yaşamaya devam ediyor. Geride kalanlar bunlara bir süre dokunamıyorlar, öleni anımsatan her şey insanın kendiyle oynadığı, onun yaşadığına yönelik kandırmacanın bir parçası oluyor.” İnsanın bir yakınının, özellikle annesinin ya da babasının ölümü konusunda yazması kolay değil. Aradan bu kadar çok zaman geçtiği halde ben annemi ve babamı her halleriyle anımsamayı seviyorum ama ölümlerini, cenazelerini hatırlamak istemiyorum; kabristana bile gitmek beni pek çok rahatsız ediyor. Buna rağmen Erözenci’nin babasının yitimi ile ilgili düşüncelerini okuduğumda ve onun, ölenle yakınlarının davranışları konusunda düşüncelerini dinlediğimde itiraf ederim öyle irkilmedim, “öte yana geçiş”le ilgili ve bugüne kadar düşünmemek için özel özen göstermiş olduğum bu konuda yazılanı okumak, beni eskisi gibi rahatsız etmedi. Bunda Erözenci’nin konuya bir felsefeci gibi bakmasının ve kuşkusuz bunu edebiyatla güzel sarmalayıp sunmasının etkisi olsa gerek... Bir Gölgenin Ardından/ Ahmet Erözenci/ Literatür Yayınları/ 112 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1116 Peki, sorunla me yön yöntem şey mi “ güçleşt cevabın ğu kavr nüyoru len “inc Marx’a kendisi sorunla zat Mar bilimci lirtirken mikrosk yararlan lama gü incelem yutlama Marx bütünü kendisi rının es pital’in başlar. adım ad sının ço görüne çekliğin miş ker artık ka ninde k lemesin asli öğe list gerç tabiriyl sını” su yöntem nın (yö (yöntem gerekir İşte b de (fasi CUM SAYFA 22 7 TEMMUZ 2011
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle